Sunday, 1 February 2015

DÖNÜŞ

DÖNÜŞ

Veda ettiğimi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Daha eve varmadım ki.

Ka’be ile vedalaştıktan sonra bir taksiye atlayıp hızlıca otele geri döndüm. Gelir gelmez telefonum çaldı. Almaya gelecek şoför ‘’az sonra yanınızdayım, geliyorum’’ diye arıyordu. Yaklaşık yarım saat erken olması nedeni ile rahatladım. Çünkü, bir gün önce beni arayıp geleceklerini teyit etmeleri gerekiyorken aramamışlardı. Onlar aramayınca verdikleri telefon numarasını ben aramış ama bulamamıştım. Acaba yanlış mı arıyorum deyip önce hocaya sonra otel görevlilerine de aratmış ancak onlar da bir  bir türlü ulaşamayınca, Kemal'i arayıp yardım istemiştim. O'da arayıp ulaşamayınca, çaresizce Doha’daki seyahat şirketini aramıştı. En sonunda onlar aracılığı ile ulaşabilmiştik.
Suudi Arabistan, Katar’dan da daha Arap özelliklerini taşıyan bir ülke. Siz üzerinize düşen görevi yapmanız yetmez bir de karşınızdakilerin yapacağı  işleri de adım adım takip etmeniz gerekir. Yoksa her an kalp krizi yaşayabilirsiniz.

Aslında sözleştiğimiz buluşma saatinden erken olmasına rağmen şoförü bekletmeyelim deyip annemle kahvaltı etmeden hemen aşağıya indik. Bekliyoruz gelen giden yok. Bir süre sonra şoför telefon ile aradı. İngilizcesi çok kısıtlı. Anladığım kadarı ile otelin hemen arkası bir yerde. Anlatmaya çalıştım. Anlamayınca ne yapsam diye etrafa bakındım. O sırada sabahın 7’sinse lobide uyuklamakta olan bell boy’u gözüme kestirdim ve yardım istemek için uyandırdım. Telefonu alıp konuşmaya başladıklarında konuşmalarına inanamıyordum. Bell boy da çalıştığı otelin adresini bilmiyordu. Arap -Urdu karışımı bir dilde konuştular. Anladığım kadarı ile bell boy oteli tarif edemiyordu bizim şoförde zaten tarif etse bile anlamıyordu. Bell boy zaten İngilizce de bilmediği için konuşmayı bana aktaramadan telefonu bana geri verdi.  
Ne yapmalı derken, o sırada kapının önünde Umre’cileri Ka’be’ye götürüp getirmekle görevli otobüs şoförünü gördüm. Çaresizce telefonu ona uzatıp taksi şoförünü aradık.  Otobüs Şoförü Pakistanlı. Pek Arapçası yok. Urdu dilinde konuştular. Konuştu konuştu o da telefonu ne konuştuğunu söyleyemeden bana verdi. Ama bana otelin mutfağından yardım etmesi için birini getireceğini el işaretleri ile anlattı. Gitti.
Yine elimde telefon ne yapacağımı bilmez bir halde etrafa  bakınırken bir taksinin yandaki otelin önünde durduğunu gördüm. Hemen taksinin şoföründen yardım istedim. Gerilimden tüm bu yardım istemeler doğal olarak pek de medeni çerçevede olamıyor. Adamın eline telefonu tutuşturuveriyorsun. Şansıma bu şoför biraz yol ve İngilizce bilen birine benziyordu. Beni arayan şoföre tekrar telefon açtık. Onlar kendi aralarında Urdu konuştular. Konuşma bitince taksi şoförü ne yazık ki benim şoförün anlayıp anlamadığına emin olamadı. 

Bu arada, her konuşmadan sonra beni alacak şoförle ben de konuşuyordum. Konuştukça adamın stresten kilitlendiğini fark ettim. Bildiği üç kelime İngilizce varsa o da stresten gitti. Bloke oldu. Bir süre sonra telefonlarıma da cevap verememeye başladı. Bağlantımız kopmak üzere. Ben artık beklemekte olan taksi şoförüne ‘’beklemesini taksi gelmezse kendisi ile gideceğimi’’ söylemek zorunda kaldım. Sağolsun bekledi. Bu arada otelin mutfak ekibi de önlükleri ile aşağı indiler. Onlar da telefon ile konuşmak için sıralarını beklemeye başladılar.
Bir süre sonra şoför aradı. Bu kez o birini bulmuş telefonu ona verdi otelin önündeki taksi şoförü o kişiye yolu tarif etti.
Yapılan defalarca telefon konuşması sonrası yaklaşık 45 dakika sonra, benim şoför filmlerdeki gibi eskortlar eşliğinde teşrif etti. Adam, İngilizce, Arapça ve Urdu dilinde tarifleri anlamayınca yardım istediği Suud’lunun bile sabrını tüketmiş, Suud’lu da‘’hadi gel beni takip et seni otele götüreyim en iyisi’’ demiş anlaşılan. Taş olsa çatlardı.

Suud’lu, bizim uyuşuk şoförden önce davranıp, hemen arabasından indi. Tabiki  ‘’Ben getirdim, benim sayemde gelebildi’’ deyip reklamını yaptı. Benden paramı istiyor yoksa takdir mi diye düşünmeden edemedim. Sulu adamın birine benziyor, böylelerinle fazla konuşmamak en iyisi deyip sadece teşekkür ettim.

Sonraki manzara da ben siyah çarşaflarımın içinde kadınların yalnız restorana bile alınmadığı bu ülkede etrafımda 5-6 erkek çevrili iken şoföre hesap soruyor halim. Umre’de olduğumu unutmadan normal fırçalarımın çok alt seviyesinde bir performans göstermiş olmama rağmen, değil azarlanmak kadınlarla konuşmaya bile alışık olmayan bu adamın, diğer erkekler önünde resmen yerin dibine girmesine yetti. 

Yapacak bir şey yok. Vakit kaybetmeden annemle geçirdiğimiz onca sevgi dolu, romantik günlere tezat bir şekilde hızlıca vedalaşıp yola koyuldum. 

İçimde zerre kadar yolculukta başıma bir şey gelir mi endişesi yoktu. Çünkü, ülkeye alıştım, aşina oldum diye düşünüyordum. Ayrıca gece hemen hemen hiç uyumadığım için feci şekilde yorgun, uykusuz ve sabahki maceradan dolayı gerilmiştim. Aslında tüm bu duygular karmaşasında kaçırılmak aklıma bile gelmedi diyebilirim. Şoför biraz da beceriksiz izlenimi verince ‘’ay bu beni kaçıramaz bile’’diye aklımdan geçirmiş olabilirim.

Dakka bir gol bir. Yola çıkar çıkmaz şoför hemen birine telefon etti. Mekke’den Cidde’ye gitmek için hangi yolu takip etmek lazım diye sordu. Bırakın önceden otelin yerini araştırmasını Mekke’yi bile bilmeyen bir şoför.
Telefon konuşmasından sonra bana ‘’otoban sabahın bu saatlerinde kalabalık olur sizi başka bir yoldan götürebilir miyim’’ diye sordu. Kaygısız ben de ‘’gidelim de bir an önce nereden gidersek gidelim’’ modunda, bir de çok yorgun ve uykusuz olunca ‘’oluuuurrr’’ deyiverdim.  .

Sonra başladı macera. Cidde diye sağı gösteriyorsa biz soldan, sol gösteriyorsa da sağ’dan gitmeye, her türlü stabilize yol, işlek otobanların altındaki küçücük geçitlerden geçmeye başladık. Bu arada yorgunluk ve uykusuzluk nasıl çöktü üzerime gözlerimi aralayamıyordum. Göz kapaklarım kendiliğinden düşüyor aralayabildiğim anlarda gördüğüm manzara stabilize yollar, köprü altları, dağ başı yerler taaa uzaklarda otoban veya Cidde yönünü gösteren tabela ve tabelaya göre tam tersi yönde gittiğimiz, zaman zaman etrafımızda hiç başka arabanın olmadığı stabilize yollar.
 Ne yapsam diye hızlıca düşündüm. Ancak ne soru soracak ve ne de onun ilkel İngilizcesini anlayıp yorum yapacak enerjim olmadığı için kararım ‘’ayyy çok yorgunum ne olan olsun, hele bir kaçırsın sonra çaresine bakarız, bir problem olmadan konuşmaya gerek yok.’’oldu.
Yolculuğum, benim yarı baygın vaziyette yolu takibimle devam etti.

Yaklaşık 1 saatlik yolu, 2 saate yakın bir süre sonra tamamlayarak en sonunda Cidde havaalanına sağ salim vardık. 
Adamın yüzüne bakmadan, hızlıca arabayı kızgın bir şekilde terk ettim.
Verdiğimiz onca paradan aldığımız hizmet bu kadarmış. Ama yine de ağzımdan kötü söz çıkmadı.

Havaalanı nasıl köhne. Bu ülke köhneliği benimsemiş. Hac, Petrol gibi gelirleri olan bir ülke’nin para problemi olmaması gerekmez mi?
Koskoca ülkede hatıra olacak minik bir magnet bile yok. Sadece havaalanında gördüğüm iki çeşit de inanılmaz pahalı.
Havaalanı dışında İngilizce bilen yok denilebilir.
Herkesin dediği gibi Mekke, Suudi Arabistan başka bir dünya. Bu ifade içerisinde her türlü iyi-kötü anlamları taşıyor. Biliyorum.

Dönüş’te bayan yanı istemedim. Baktım ben ve iki erkek birlikte oturacak şekilde yerleştirmişler. Ben cam kenarındayım, yanımda 20’li yaşlarda aslan gibi yakışıklı, klas bir Suud’lu delikanlı. Yakışıklı ötesi, artist gibi.  Çok da şık. Batı eğitimli birine benziyor. Tabiki bu özellikleri taşıyan her Arap erkeği gibi kasıntı, batılı yanıyla da cool arası bir şey. Bilmem hayal edilebildiniz mi? Yanında ise kıyafeti dahil tam tekmil klasik bir Suud’lu.
Demek bayan demesen pekala erkeklerle oturtabiliyorlarmış.
Bir süre sonra klasik Suud’lu gitti. Acaba iki koltuk ötesinde bile bayan istemedi mi?
Biz delikanlı ile yola devam ettik. Ama hiç konuşmadık. Bu da yorgun günlerimin sürprizi oldu sanırım.

Doha’ya yine yarım saat erken indik. Karşılamaya arkadaşım geldi. Ne kadar gelme desem de ‘’insan hayatında kaç kere Mekke’den gelen birini karşılayabilir ki’’ deyince bir şey diyemedim. Ben hala üzerimde Abhaya’m. Türkiye’de kara çarşaf diye bilinen.  Burada Abhaya geleneksel kıyafet olduğu için giymek beni hiç rahatsız etmediğini belirtmek isterim. Katar Milli Gününde okullarda yapılan kutlamalarda her milletten insan bu kıyafeti giyerek kutlamalara katılırlar. Tıpkı bizdeki halk oyunları kıyafetleri gibi.
Uçakta ve inince ‘’olllleeeyyy’’ deyip kıyafetimi çıkartmadım. Çıkartılmasının da giyilmesi gibi düsturlu olmasını istedim.

Ayşegül, beni havalalanında karşıladıktan sonra ‘’hadi gel birlikte yemek yiyelim, kutlayalım’’ diyerek burada yeni açılan Türk restoranına davet etti. Benim de henüz gitme fırsatım olmamıştı. Seve seve kabul ettim.
Restoranda çalışanlar Türk. Halim biraz farklı olunca açıklama yapmak gereğini duydum. Hemen tebrik ettiler. Bu konuşmadan sonra lavaboya gittim ancak bir baktım az önce yaptığım Umre’yi tebrik eden bu garson da içeriden tuvaletten çıktı. Meğerse yanlışlıkla erkekler kısmına girmişim. İkimiz de güldük.
Böylece bana yaraşır bir final yaparak, bu maceralı, kutsal geziyi tamamlamış oldum.

Bu ziyaretin hayatımda önemli bir yeri ve değeri olacak. Gitmeden önce hiç bir şartlanma yapmadan tamamen duygularımı serbest bıraktım. Neler hissedeceğimi ben de bilmiyordum. Bu konuda hissettiklerimi, düşüncelerimi paylaşmıştım.
İyi ki bir sürü macerayı göze alıp gitmişim diyorum.

Benim için bir diğer değeri ise Atatürk oldu.
Türk halkı ve kadınları için yapılan Devrimlerin büyüklüğü ve anlamı bir kez daha yüzüme çarptı.
Umre’ciler, Mekke’de bazı restoranlara yalnız kadınların alınmadığını, girenlerin ise kovalandığını söylediler. Kadının herhangi bir sınıfı bile yok. Vatandaşın değeri yok, adalet yok. Bir kesimin ağzından çıkan şeyler kanun niteliğinde. İnsanlar dinle uyutulmuş,vs,vs,vs…
Bu konuda daha yazacak çok başlık olabilir. Hepsini biliyoruz.

Ve Atatürk’ün vizyonu… O dönemde toplum hiç beklemediği halde bu devrimleri yapmak. Halka anlatmak. İnanılmaz.
Nur içinde yatın Atatürk ve onun takipçisi silah arkadaşları. Hiçbir çıkarı olmadan vatan toprağı ve kalkınması için canını veren şehitlerimiz, yaralanan, sakat kalan gazilerimiz.
Sadece düşmanlarla savaşmak ile yetinebilirlerdi. Onlar, ikinci savaşlarını cahillik ve bağnazlıkla yaptılar.

Bu yazı dizisinin sonuna gelmişken birkaç konuya açıklık getirmek isterim.
1) Din gibi hassas bir konu hakkında yazmak aslında biraz risklidir. Hele günümüzde. Baştan anlatmasam mı acaba bile diye düşündüm. Ama anlatmak istedim. Sonuçta çoğunluğa yabancı bir konu ve genelde benzer şekilde anlatılmış.
Ben dine etik değerler açısından yaklaşıyorum. Basit anlamı ile kendisine, çevresine faydalı, doğru dürüst bir insan olmaya yönlendirmek, topluma düzen kurmak gibi bir amacı olduğunu ve bu değerlerin insanların yaşamını değerli ve anlamlı kıldığını düşünüyorum. (Tabiki böyle olmak için illaki bir din sahibi de olmayabilirsiniz.) 
Din konusunda uygulamalara geçildiğinde sorun çıkıyor. Ben zaten uygulamalar konusunda konuşacak seviyede de görmem kendimi. 
Bu bakış açısıyla da anlatmaya çalıştım. Bunu size hissettirebilmiş olmayı dilerim.

2) Bir diğer kriterim ise objektif olabilmekti. Böylece gidecek olanlar neler ile karşılaşacaklarına dair fikir edinebilirlerdi.

4 gün gezdim toplam dokuz yazı ile resmen yazı dizisi oldu. Planlamamıştım. Biraz fazla uzun sürdü.
Yarın ilginç bulduğum birkaç fotoğrafı paylaşarak bitirmeyi planlıyorum.
 İlginize çok teşekkür ederim.

No comments: