Sunday 24 July 2022

TEZATLAR ÜLKESİ

Bu yazim 9 Eylul Gazetesinde de yayinlanmistir. Linki aşağıdadır.

9 Eylul Gazetesi Tezatlar Ulkesi


Yıllardır bildiğiniz bir şarkının, uzun bir aradan sonra ilk dinlediğinizde, birdenbire gönlünüze çöreklendiği oldu mu hiç? Yıllardır bildiğiniz bu şarkıdan durduk yerde neden etkilenirsin?

El Condor Pasa


Sanki bir mesaj vermek ister gibi oturur yüreğinize. “Sözlerime bak, belki sana şifa olurum” der gibidir. Bugüne değin sözlerine dikkat etmediğiniz için öylesine dinleyip geçtiğiniz bu şarkının sözlerine dikkat ettiğinizde şu anki ruh halinize ne kadar da tercüman olduğunu fark ediverirsiniz.

El Condor Pasa 

Salyangoz olacağıma bir serçe olmak isterdim

Evet isterdim, olabilseydim olurdum elbet

Çivi olacağıma bir çekiç olmak isterdim

Evet isterdim, olabilseydim eğer olurdum elbet

Uzaklara, uzaklara yelken açmak isterdim

Bir görünüp bir kaybolan bir kuğu gibi

Yerine çakılı kalan insan

Dünyaya en hüzünlü sesi verir

En hüzünlü sesi verir

Sokak olmaktansa bir orman olmak isterdim

Evet isterdim, olabilseydim olurdum elbet

Toprağı ayaklarımın altında hissetmek isterdim

Evet isterdim, yapabilseydim eğer yapardım elbet

Bu bir Peru ezgisiymiş. 1970 yılında büyük üstadlar Simon and Gurfunkel sözler ekleyip söylemişler. Orijinali de pan flüt ile oldukça hüzünlü. Evde kaldığımız günler ilerledikçe yıllardır dinlediğimiz veya gördüğümüz etrafımızdaki her şeye daha farkındalıkla bakar olduk. Kim bilir daha neler fark edeceğiz ilerleyen günlerde. Moral bozacak o kadar çok şey hala etrafımızda iken, her ne kadar moralimizi yüksek tutmak için onlara bakmasak bile bazen istemeden bunlarla yüzleşmek zorunda kalıyoruz. Yine de hayata umutla sıkı sıkı sarılalım ve bu enerjiyi etrafımıza yayalım. Yaşamak zorunda olduğumuz bu deneyimden, hayatın farkında olan, ister Tasavvuf diliyle; “Kamil İnsan”, isterseniz de yeni kişisel gelişim mantığıyla; “sizin bir üst versiyonunuzu” yaratın. Yeter ki gelişerek çıkın.

Madem özgürce sokaklarda gezemiyoruz benimle Hanoi Vietnam sokaklarında gezmeye ne dersiniz? Hanoi, Vietnam’ın başkenti. Sekiz milyondan fazla bir nüfus ile Vietnam’ın ikinci büyük şehri. Çılgın kalabalık ve trafiği, inanılmaz sokak lezzetleri ile tipik bir Asya şehri iken, zerafet, zevk, ince sanat, ucuz, ancak çok kaliteli el ürünleri ile diğer Asya şehirlerinden öne çıkıyor. Gezerken çok orijinal şeyler dışında alışverişi sevmeyen ben Hanoi’deki minicik el işleri dükkanlarını gördükçe kendimden geçtim diyebilirim. El işi derken bildiğimiz delik işi gibi el işleri, el dikişi ipek, saten kimonalar, elbiseler, ipek karavatlar… El yapımı buzdolabı magnetlerine kadar. Fiyatları oldukça uygun, ayrıca çok kaliteli. Bunun yanısıra her biri sanat eseri denilebilecek yelpazeler, kitap ayraçları, tablolar, takı kutuları… İnsan hangi birini alacağını şaşırıyor. Fiyatları da ekonomik olduğu için tek sorun bagaj limitiniz. Uyarmalıyım, bu konuda oldukça katılar. Siz siz olun oldukça büyük boş bir bavul ile yola çıkıp, doldurup getirin. Vietnam, alışveriş sevenler açısından bir cennet. Yukarda saydığım, daha çok kadınların ilgisini çekebileceğini düşünülebilecek şeylerin dışında spor veya outdoor denilen doğa sporları malzemelerinin de üretim yerleri Kamboçya ve Vietnam. Bilinen meşhur markaların hemen hepsi buralarda üretiliyor. O kadar sorup soruşturmamıza rağmen orijinal satış dükkanlarını bulamadık. Sanırım üretici firmalar oldukça sıkı bir kontrol mekanizması kurmuşlar. Ama çarşılar, pazarlar gayet iyi taklitleri ile dolu. Pazarlık işin olmazsa olmazı. Dekorasyonlarındaki minimalizm beni benden aldı. Devlet başkanının evi bile bir masa ve sandalyeler. Her şey kızıl kahve masif ağaç. Masa üzerinde delik işi bembeyaz bir örtü, bazen üzerinde bembeyaz nakışı ile.
Minimalizm ve zerafet bedenlerine kadar inmiş gibi. Herkes ufak tefek ve kadınlar çok zarifler.

Asya’nın meşhur sokak hayatı burada da doludizgin. Evde yemek pişirmektense sokakta, minicik taburelere oturarak yemek yiyorlar. Rehberimiz ilk akşam bizi sokakta yemek turuna çıkardı, Vietnam’ı tanımanın ilk adımı olarak.



İş çıkışı iş kıyafetleriyle


Her köşebaşı bir minik restoran. Egsoz dumanının içinde, kaldırımda bile olsa rahatsız olmuyorlar. Minicik çukur kaplarda yiyorlar.


                                                                      Hanoi Street Food

Biz de zincirlerimizi kırıp sokaktan yedik. Ama asla bulaşıkların yıkandığı bölüme bakmadan. Temizlik anlayışları bizden çok ama çok farklı.




                                           Ayaküstü minik mangallar her yerde.


Mutlulukla taşınan hamur kızartmaları.


Gerçekten ot, çöp gibi duran yemekler çok lezzetliydi. Green Papaya Salad (Yeşil papaya salatası) Meyve salatasının üzerine kondens süt eklemişler. İnanılmaz bir lezzet.


Yolda ilerlerken ne kadar değişik yiyecekler diye düşünürken birden bu restoranda ölen kişinin arkasından yapılan adağı gördük. Tavuk suyu, tavuk ve pilavın yoldan geçenlere ikram edildiğini görmek 'ne kadar da aynıymışız' diye düşündürttü.

Pho meşhur çorbaları.

Bu restoran, Hanoi’nin Pho yapan en meşhur sokak restoranıymış. Pho, bu pirinç makarnası (noodle) çorbasının adı. O beyaz uzun spagetti gibi malzeme pirinç noodle. Ayrıca çorbaya ne çeşit et isterseniz eklenebiliyor. Fermente balık da var. Acı sos ve sebzeler. Et suyu ile muhteşem bir tat. Dükkanın önünde Rehberimiz Pho ve dükkan için bilgiler verirken biz ortamın hijyeni ile ilgili sürekli “temiz mi?” diye komik bir şekilde soruyoruz. Rehberimiz de “çok temiz” diye gönlümüzü ferahlatmaya çabalıyor. Sokaklarda saatlerce dolaştırıp, yürütüp özellikle buraya getirmiş. Kötü der mi hiç. Ama halimiz, gördüğümüz aşırı salaşlığı hazmetmeye çalışır ve medet umar bakışlarımız ile komiğiz. Tabiki Pho yedik. Biz acı sever iki kafadar o kadar beğendik ki o nasıl yıkandığı belli olmayan tabakları sıyırasımız geldi. Rehberimizin bizi her götürdüğü yerde, temiz mi, gibi anlamsız tüm sorularımıza “hıı, hıı temiz” diye kafadan atan cevaplar verdiğini bilsek de terapi etkisi yapıyordu, taaa ki rehberimizin temiz yemek anlayışının fare yemeğe kadar geniş bir spektrumda olduğunu öğrenene kadar. Ondan sonra kendisiyle aramıza istemeden de olsa duygusal bir mesafe koyduk. Neyse ki, gezimizde Hanoi bölümü biteceği için zaten ayrılma vaktimiz de gelmişti. Ondan sonra gezdiğimiz yerlerde de rehberlerimize “Fare yiyor musunuz?” diye sorma cesaretini göstermedik.

Hanoi Street Food 3

Genel olarak sokak yemeklerinin fiyatları da çok ucuz. Gece boyunca özel ekmeğinden, çorbasına, meyvesine, salatasına kadar Hanoi sokak yemeklerinin tadına baktık. Tabiki spektrumu ancak yiyebileceğimiz kadarıyla tuttuk. Böcekler, yılanlar vs. olmadan. Çin yeni yılı Şubat ayındadır. Korona virüsü nedeniyle hepimiz aşina olduk artık. Bizim gittiğimiz Mart ayı olmasına rağmen kutlamalar karnaval olarak devam ediyordu. Görüntüler ise bir köye ait kutlamalardan.

Hanoi Chinees New year celebration

Tanrılarına adak.



El sanatları muhtesem


Burası devlete ait bir el sanatları merkezi. Bu yapılan Vietnam’a özgü geleneksel bir el sanatı. Bir çeşit nakış denilebilir. Nakış ile yağlı boya tablo gibi çalışmalar yapıyorlar. Engellilerin istihdamı için. Burada çalışanların hepsi işitme engellilermiş.

Handcraft Hanoi

Ülkenin kurtarıcısı Ho Chi Min’in sarayı. Estetik ve minimalist anlayışla inşa edilmiş muhteşem bir bahçenin içinde.

Palace Hanoi Garden

Ho Chi Min’in gerçek adı Nguyen Sinh Cung. Bu arada Vietnam’da üst sınıfın soyadı hep Nguyen. Vietnam’ın sokaklarını gezmekten tarihini anlatmaya fırsat kalmadı. Onlar da tarihleri boyunca hem Fransızlara hem de Amerikalılara karşı omuz omuza şanlı bir kurtuluş savaşı vermişler. Morale ihtiyacımız olduğu şu günlerde o konuya girmek istemiyorum. Belki ileride ayrıca konuşulabilir. Ancak, savaş müzesindeki resimler yürek parçalayıcıydı. İncelemeye değer bir savaş vermişler. Vietnamlılar kahraman bir millet. Vietnam genel olarak bir tarafta zarif el sanatları, mimarisi, kadınları, estetik anlayışı, ruhu okşayan yumuşacık müzikleri, dansları, diğer taraftan kahraman yürekli vatansever insanları, çılgın trafiği, envai çeşit lezzetle dolu sokak hayatı ile tezatların ülkesi gibi. Her şehri bu tezatları başka bir tatta yaşıyor. Bugün başkent Hanoi’deydik. Kalplerimiz kesinlikle Hanoi’de kaldı.

Tuesday 25 January 2022

NIKKAH

 Bunca yıldır Katar'da, şeriatla yaşanan bir ülkede, yaşıyorum ancak Dini Nikah'a hiç denk gelmemiştim. Büyük kayıpmış doğrusu.

Kemal'in Hint'li Mühendislerinden birinin Nikah davetini alınca hemen bu fırsat kaçmaz dedik. 




Aslinda Pandeminin doruklarında, hele de sayılar bu kadar yüksek iken bir otelin kapalı salonunda ve coğunlukla da Hint'lilerin oluşturduğu bir ortama girmek hiç de akıl karı değilken, kültürlere olan merakımız nedeni ile, gitmek istedik. Bir de Damat bey hem davetiye gönderip, hem de bir gün önce sözlü hatırlatma yapıp ve Nikah sabahı da o nikah telaşı içinde mesaj yazıp, "burada babam yok, lütfen gelin." demesi ile kalbimizi titretince "artık ölsek yine de gideriz "dedik.

Nikah akşam 7 de idi ve biz her zamanki gibi tam zamanında oradaydık ama yine her zamanki gibi ortalarda düğünün sahibi birkaç kisiden başka kimse yoktu. Bu ülkede zaman yönetimi olmadığını bir kez daha hatırladık. Bu benim en sinir olduğum seylerden biridir. Daha önce gittiğim Katar düğünlerinde de davetiyede 8:30 yazdığı için 8:00 gibi oradaydık ve yine düğün sahiplerinden de önceydik. Düğün aksam 10 civarı başlamıştı. Üstüne yemek 12 de verilince de, aç acına oynayıp eğlenmek zorunda kalmış, resmen tersimiz dönmüştü. Sanki başka bir zaman diliminde gibiydik. Bu insanların sirkadiyen hayat tarzı ile hiç bağları bulunmuyor maalesef. O yüzden de görünüşleri çok sağlıksız. Dahası şifa olarak kabul edilen Güneşten "aman esmerleşiriz!" deyip kaçtıkları için D vit eksikliğinin tüm semptomları görülüyor.

Neyse, dedik bu Hint düğünü, onlar daha disiplinlidirler ama yine tutmadı. 

Bir süre sonra damat bey beyaz Şalvar Kamisi içinde göründü. Maşallah aslan gibi delikanlıymış. Yakışıklı ve en önemlisi çok sevimli. Ah canım nasıl da heyecanlı. 

Ama gelin nerede? Dur bakalım daha neler görecek bu gözler?

Damat gelip herkesi selamladı. Hoşgeldiniz dedi. Herkesle foto çektirdi. Bu yaklaşık 1 saat kadar sürdü. Hala gelin yok ortalıkta derken neyseki sonunda gelin hanım da teşrif ettiler. Kıyafeti çok geleneksel yeşil bir elbise. Bildiğimiz gelinlik değil. Elleri, kolları da tamamıyla geleneksel Hint kınalı. 

Manzara aynen şöyle, salonun damat bir tarafında gelin bir tarafında ve ikisi de ayrı takılıyorlar. Birbirlerine hiç bakmıyorlar gibi. Aslında gelinin kaçamak baktığını gördüm ama damat bey hiç oralı değilmiş gibi. Ah şu erkeklerin duygularını belli etmek istememeleri ve sevgilerini göstermekten korkmaları. 

Ayrı ayrı gruplarla sohbet edip foto çekiliyorlar. Sanki özellikle salonun iki ucunda olmaya çalışıyorlarmış gibiydiler.

Bir süre sonra bir baktık öndeki bir masada bir şeyler oluyor. Katar'lılara özgü seremoni kıyafeti giymiş bir adam var. Sağında damat solunda sonradan kızın babası oldugunu öğrendiğimiz kişi ve etraflarında akrabaları olduğunu tahmin ettiğimiz erkekler. İsteyen gelip, oturup, gidiyor masaya. Sonra onun yerine başkası oturuyor filan. Anladık ki Katarlı kişi Kadı yani Nikah memuru ve nikah kıyılmadan önce aileler arasındaki başlık parası dahil evlilik anlaşması yapılıyor. Tüm bunlar yapılırken de mesleği Inşaat Mühendisi olduğunu öğrendiğimiz okumuş, dokumuş gelin kızımız da uzaktan masayı heyecanlı ve mahcup gülümseyen bir yüzle izliyor. Evlilik anlaşması gıyabında yapılıyor. 

Masadaki konuşmalar baya uzun sürdü. En sonunda  kızı çağırıp imza attırdılar. Kızın hangi koşullara imza attığından haberi oldugunu sanmıyorum. Çünkü, sadece gidip imza attı.

Sonra sahneye çıktı gelin ve damat. Çok şükür en sonunda yan yana gelebildiler. Kadı, babası, şahitler vs.nin olduğu bir sahnede Kadı dua okudu ve dinen evli oldukları ilan edildi. Yani artık birbirlerine namahrem degildiler. Bu aşamaya kadar baş başa kalmaları uygun değilken bundan sonra birlikte aynı evde yaşamasalar bile birlikte dışarı çıkıp yemek yiyip, çay kahve içip, sinemaya gidebilecekler. Birlikte yaşamaları ise Mart ayında Hindistanda yapacakları düğünden sonra olabilecekmiş.

Tahmin edilebileceği üzere "gelini öpebilirsin" filan durumları yok.

Nikahtan sonra damat bizlerden üstünü değiştirmek için izin istedi. Yaklaşık yarım saat sonra geleneksel şalvar kamisini çıkarmış uzerinde gelinin gelinliğinin renginde modern bir takım elbise ile erkek arkadaşlarının tezahüratları eşliğinde yüzündeki mutlu, mahçup ve bir o kadar da heyecanlı, son derece sevimli ifade ile salona girdi. 

Bundan sonra sahnede yine herkesle tek veya gruplar halinde resim çektirdiler.

Tüm bunlar olurken masamızda bulunan damadın Filipinli ve Pakistanlı iş arkadaşları ile ülkelere özgü evlilik adetlerini konuşuyorduk. Pakistanlının da adetleri benzer aynı kültürden olduğu için pek farklı değilken Filipinlilerin anlattıkları 180C farklı bir kültür olması açısından çok ilgi cekiciydi. Bilindiği üzere Filipinliler Katolik oldukları için boşanma yasak. Onun için iyice karar verip birlikte yaşayıp hatta bir de üstüne 2,3 cocuk yaptıktan sonra kafalarına uyarsa çoluk çocuk halinde evleniyorlarmış. Bu da güzel.

Hintli veya Pakistanlı yıllarca acı çekerek para biriktirip sonra düğün yaparken biriktirdiği bu parayı deli gibi savururken Filipinli için ise bir papaz 2 şahit yetebiliyormuş. Hintli, Pakistanlı için bu bir eğlencesiz bir prestij ve hayatın amaçlarından biriyken Filipinli için ise eğlenceli bir formalite.

Nikah, Hint mutfağının servis edildiği bir açık büfe ile sona erdi. 


Ayrıldığımız sırada gelin ve damat hala sahnede herkesle tek tek foto çektirip son derece eğlencesiz olarak gereken prosedüre uygun hareket ediyorlardı.

Bu nikah bana iki şey düşündürdü.

İlki; Hayatınıza, gelenekler, adetler, çevresel ve ailesel tanımların ve sınırların dışında ne kadar kendi versiyonumuzu koyabildiğimiz. Ne kadar istediğimiz hayat için sınırları itip, gerekirse savaş verebildiğimiz. Bunun için gerekli olan eğitimin ve ekonomik özgürlüğün olsa bile.

İkincisi de; Nikahın her aşamasında ama en çok da Nikah masasında gelinden başka herkes olup gelini göremeyince ilk aklıma gelen  Atatürk oldu. O masada aileler arasında gelin adına anlaşmalar yapılıyordu.

Gerçekten kazanımlarımızın değerini içimde hissettim.

Ve gidişatımıza baktım.

Rahmetli Türkan Saylanın dediğini de genişleterek bitirmek istedim yazımı.

Her Türk vatandaşının Türkiye Cumhuriyetine borcu olduğunun farkında olup, eleştirmekten ve sosyal medya postu yapmaktan öte kendisine fiili olarak "ben ne katkı veriyorum?" diye sorması gerekmez mi?