Monday 22 October 2012

3)Londra Günleri


3)Londra Günleri

20 gün süren seyahatimi üç eşit parçaya böldüm. 1. Hafta Londra’da olacaktım. Londra’yı yalnız başıma, rutin olmayan yerleri gezerek, yaşayacaktım. 3. Hafta Kaan ile tekrar Londra’yı gezeceğim için bu hafta Kaan’ın ilgisini çekmeyecek yerleri gezmeyi planladım. 2. Hafta Athya ile ülkeyi baştan aşağı gezecektik. 3. Ve son hafta ise Kaan ile Londra , müzeler, müzikaller,Thames  filan ile klasik Londra turu yapacaktık.

İşte bu yazımın konusu tek başıma gezdiğim Londra.

Benim için çok hoş bir deneyim oldu. Açıkçası, Athya da dahil olmak üzere herkes ‘’aman dikkat et, suç oranı çok yüksektir bu şehrin özellikle de Metro geç saatlerde çok tehlikelidir’’ dediği için her ne kadar gerilsem de, kabıma sığamayıp cesaretimi toplayarak, ilk günden ‘’kendim gezecem’’ dedim. Neden; Birincisi, dünyanın merkezlerinden biri olan bu büyük şehirde yol bulma, keşfetmeyi deneyip kendi sınırlarımı görmek istedim. İkincisi, anladım ki ben en çok yalnız gezmeyi seviyorum. Gezerken kendi hedeflerim var, ibadet gibi onları yapmak bazen de kafama göre hayata takılmak istiyorum. Ya da yemek benim için çok önemli değil. Ancak çok özel şeyler bulursam zevkle vakit ayırıyorum. Kahve ritüellerim var. Ondan kesinlikle taviz vermiyorum filan. Bu istediğim şeyler yanımdakine saçma gelebilir. Dolayısı ile kimseye bir şey açıklamak zorunda kalmadan gezmek benim için en tatmin edici olanı. Benim gibi düşünmeyen birine, hatta yalnızlıktan hoşlanmayan birine bunları açıklamak zor. Ve yanımdakini mutsuz etmemek için kesinlikle çok uyumlu olmaya çalışıyorum ama bu seferde ben mutlu olmuyorum. Ama neyse ki bunu kırmadan başardığımı düşünüyorum.

 
İngiltere’de beni en çok ama en çok ne etkiledi diye soracak olursanız cevabım hazır. Yolların ters yön oluşu ve sağdan kullanılan arabalar. Hiç alışamadım. Bu konuda bu kadar rigid olduğumu hiç tahmin etmezdim. Bu ne demek? Son güne kadar oturmak için hep arabaların şoför tarafına yöneldim, arabanın içinde hep kendimi streste hissettim sanki ters yönde gidiyoruz da her an  biri bize çarpacakmış gibi. Karşıdan karşıya geçerken her an bir araba tarafından çarpılabilirdim çünkü hep ters tarafı kontrol ettim.  Yollarda yerlerde kocaman harflerle yazılmış ‘’sağa bak, sola bak veya her iki tarafa bak’’ gibi yazılar görüp gülmüştüm. İçimden ‘’bunlar yürüyen insanları salak mı zannediyorlar ‘’ diye. Demek’’ benim gibi salak olmayıp acemiler için yazılmış’’ dedim. 
Allahtan, trafik çok uygardı. Şoförler yol kenarında beklediğinizi görünce bile hemen duruyorlar. Düşünün Türkiye’yi kim geçecek yarışı vardır. O an biz bu yaşa şans eseri gelmişiz diye düşündüm.

 Aklıma çalıştığım okuldaki İngilizler geldi. Onlara kocaman bir ‘’BRAVO’’ dedim. Katar’a geldiklerinde hem soldan direksiyona , hem de Qatar’ın vahşi trafiğine alışmak zorundalar diye düşündüm. Katar’da kavşaklara daha yeni yeni ışık koymaya başladılar. Kural soldan gelene yol vermek. Ama Katar’lı , Arap ve Hintliler için farklı bakış açıları ile hayatlarında kural yoktur. Bu nedenle çok dikkatli olmak gerekiyor. 

İkinci etkilendiğim konu ise, trafiği, stresi ve kalabalıklığı ile LONDRA METRO’su oldu.  Planı o kadar meşhur ki  Tşört, bardak vs. gibi bilumum hediyelik üründe yer alıyor. Başta küçük bir açıklamadan sonra söktüm. Avucumun içi gibi denir ya o hale geldi benim için. Ancak çok pahalı. En kısa seyahat 2 £ civarında. Metroya çok para harcadık. Zaten Londra çok pahalı bir şehir.

Metro’nun bir diğer özelliği ise yoğunluğu. Ben oluk oluk diye tanımlıyorum. Her cins, din, renkten insan. Belki 700 dik upuzun yürüyen merdivenden yukarı doğru çıkarken bir bakıyordum inanılmaz bir manzara. Kıyafetler en moderninden  en gelenekseline müthiş geniş bir spektrum sergiliyordu.  Ama hiç kimse kimseye yan gözle bile bakmıyor. Öncelikle herkes okuyor. Ne mi? E-booklar cok popüler, ipad ikinci sırada, sonra benim de kısa sürede müdavimi olduğum sanırım Belediye tarafından metroların girişine konulan bedava metro gazetesi  var ki şehirde ne olmuş bitmiş haberiniz oluyor, daha sonra kitap, dergi ne varsa okuyorlar. Kimse yan dönüp etrafta ne oluyor diye bakmıyor. Okumayan azınlıkta ilginç manzaralar gördüm. Makyaj yapanlar hem de gayet detaylı bir şekilde, meditasyon yapanlar ve uyuyanlar.

Metro’nun stresi hakikatten beni strese soktu. Gezimin en stresli boyutu idi. Sürekli anons var. ‘’Dikkatli olun, eşyalarınızı kollayın, şüpheli kişileri bildirin vs.’’ Sanırım 2007’ydi Londra metrosunda patlama olmuştu. Hatta benim de arada kullandığım istasyonda. Olimpiyatlar öncesi böyle bir dikkat çekmeden korkuyorlardı.

İlk gün gezim sırasında Royal Albert Hall’un önünde yaşlı bir beyefendi o akşam konser için biletini satıyordu. Hem de kolayca satmak için ucuza. Ama konser 7’de başlayacak ve ne zaman bitecek belli değil. İlk günün acemiliği ve Athya’nın benim için tedirgin olup defalarca araması nedeni ile cesaret edip alamadım. Çok pişman oldum sonradan. Böylece Royal Albert Hall konseri dinleyemeden geldim. Ama ikinci günden itibaren her akşam biraz daha geç gelmeye başladım.

Bir de sırt çantam oldukça ağırdı. Değişen hava koşullarına göre hazırdım, profesyonel kameramın ağırlığı ile birlikte yaklaşık 10kg.’ı buluyordu. Bu yükü stres ile taşımak olunca çok ciddi sırt ağrıları çektim. Omuzlarım çöktü desem yeridir. Türkiye’ye geldikten sonra bile uzunca bir süre gerginliğimi atamadım.

İngiltere’nin benim için bir ilginçliği günün akşam saat 9;30’a kadar havanın aydınlık olmasıydı. Bu bana dışarıda kaldığım süreyi uzatmak açısından avantaj getirdi. 3. Haftada kuzeye gittiğimizde bu aydınlığın gecenin 11- 12’sine değin olduğunu görünce hayretimiz bir kat daha arttı. Hemen bulunduğumuz enlemi beyaz geceleri ile meşhur St. Petersburg ile karşılaştırdım. St. Petersburg 1-2 enlem kuzeyde gibi. Oranın aydınlığını hayal edemedim doğrusu. Görmek lazım.

 

Akşamın 9;30’a kadar uzaması bulunduğum süreye denk gelen Ramazan’da oruç tutma süresini oldukça etkiliyordu. İftar saat 9, sahur gece saat 2 olunca hakikatten Allah Müslümanların sabrını ve iradesini deniyor diye düşündüm. Athya ve ailesi çoluk çocuk  hiç hiç yüksünmeden tutuyorlardı .  Ama benim sevgili arkadaşım benimle olduğu günlerde tutmadı. Sonradan telafi ederim dedi.

 

Onun dışında Londra’nın diğer Avrupa şehirlerinden çok fazla farkı yok. Tipik, tarihine sahip çıkmış hatta bunu çok çok güzel pazarlayan bir şehir. Ama açıkçası çevre bilinci orta Avrupa ülkeleri gibi yüksek değildi. Daha pisti. Bana biraz İstanbul’u hatırlattı. Kendine has düzensizliğinin bir düzeni var gibiydi. Bunda Avrupa ülkelerine göre kalabalık nüfusunun etkisi büyüktür sanırım. Thames nehri beni hayrete düşürdü. O kadar pis ve bulanık. Bir zamanlar ki bizim Haliç gibi. Hiç yakıştıramadım. Hatta yaptığımız tekne turundan da pislik nedeni ile de hiç etkilenmedim.

 

Hoşuma giden ve değişik gelen bir özellik, insanlar meydanlarda, parklarda, bahçelerde bulunan en meşhur tarihi eserlere tırmanıp üzerlerinde oturuyorlardı. Benim gibi çimlere basılmaz kültürüyle büyüyen biri için ilginç bir deneyimdi ve bunu ben başka bir ülkede de görmemiştim.

 

Londra’yı işe gidiyormuşçasına gezdim. Athya, şaşırıyordu. Onlar sabahtan okullarına gidiyorlardı. Ben de onlarla kalkıp sabah 7’lerde yola düşüyordum. Ama dönüşte mesaiye kalır gibi 10-10,30 gibi geliyordum. Saatlerce yürüdüm. Hatta tırnağım düştü. Doha’da yürümeye alışkın değiliz. Ayak ağrısı, sırt çantamın ağırlığı ile birleşince ilk günler ağlayacak gibi oldum. Ama vazgeçmedim. Doha’daki parmak arası terlik versiyonundan dağ ayakkabısına geçmek çok acıklıydı. Ama her şeye rağmen direndim, pes etmedim. Kendimi ara ara ödüllendirdim. Sık sık kahve molaları verdim.  Hatta bir keresinde China Town’ı gezerken gördüğüm ilan üzerine dalıp ayak masajı yaptırdım ki bu benim için resmen dönüm noktası oldu. Bundan sonra ağrılarım azaldı. Sürdükleri yağlar bırakın ağrıdan eser bırakmayı resmen bana uçuyormusum duygusu verdi. Meğerse kız 2 yıl Çinde bir hastanede özel eğitim almış birisiymiş. Ayağınızın belirli noktalarına parmağı ile bastırarak verdiğiniz tepkiye göre hastalıklarınızı söylüyor. Doğru dürüst İngilizce bilmeyen Çinli bir kız. Muhteşem bir deneyimdi.

 

Kahve molarıma da bayılıyordum. Bu gezimde benim için en büyük değişiklik telefonumun internet bağlantısının verdiği tüm uygulamaları büyük bir zevkle kullanmaya başlamak oldu. Dolayısı ile FB mail,what’s up, skype  ile gezimi online izlenebilir hale getirdim. Yazdım, resim çekip ekledim, gönderdim. Bu kahve molaları işte bu işler için beni epey oyaladı. Vaktin nasıl geçtiğini anlamadım, hatta dış dünya ile ilişkimi kestim. Daha sonra 2. Hafta Athya ile yaptığımız kuzeye yolculukta hobimi ona da aşıladım. İkimizde yeni yetmeler gibiydik. Ellerimizde telefonlar. Yeni bir şey mi gördük, hemen resim çek yaz gönder, sonra yorumları bekle. Biz buna ‘’Teenager time’’ dedik. Bu konuda onunla çok iyi anlaştık. Aklı başında biri bu durumdan sıkılabilirdi ki ikimizin de gezi sırasında çok şükür aklımız başımızda değildi. İnanılmaz hoşlandık. Eğlendik. Tavsiye ederim. Bu arada gençleri çok anladık.

 

Londra dediğim gibi çok güzel pazarlanan bir şehir. İnanılmaz turist var. Bu durum Olimpiyatlar yaklaştıkça daha da arttı. Subjektif olarak  Avrupalılar daha çokmuş gibi geldi. Sonra Amerika.  Sonra İngiltere dil eğitimi okulları ile çok meşhur. Dolayısı ile öğrenci turist çoktu. Ama aynı hafta içersinde hem Cambridge hem de Oxford’a yapmış olduğum gezilerde gördüğüm öğrenci çokluğuna inanamayacaktım. Dolayısı ile ülke kışın normal eğitimi, yazın da dil eğitimi pazarlamasını çok iyi yaptığı için öğrencilerle dolup taşıyor. Resmen bir sektör. İngilizcenin gücü.

Bizde yaptığımız incelemelerde gördük İngiliz okulları ve dil eğitimi açısından Avrupa’ya göre çok pahalı ve süresi uzun. Üniversiteler için örneğin Mimarlık’ta yıllık 30,000 £ ‘lardan söz ediliyor hem de 7 yıl. Buna karşın Avrupa ülkeleri parasız ve 3 yılda mezun olabiliyorsunuz. Ama İngiliz okullarının çoğu  ekol yaratmış okullar. Son derece prestijliler.

 

Bu hafta gezdiğim Londra’nın meşhur iki bölgesi China Town ve Soho bende tamamı ile hayal kırıklığı yarattı doğrusu. İkiside alabildiğine turistik ve yüzeysel. Hadi China Town ne ise de Soho’da sanat adına bir tane bile yer kalmaması ilginçti. Çoğunluk sex shop olmuş, geride birkaç vintage dükkan vs. Nerede o meşhur sanat galerileri. Denilen o ki başka bir yerlere taşınmışlar. Kimsenin de bildiği yok.

 
 

 
Yalnız burada gördüğüm bir harita dükkanı hakikatten ilginçti. Hiç bu kadar çeşit haritayı bir arada görmemiştim. Yer, tavan dahil her yer dünya haritası şeklinde 3 katlı bir bina içerisinde her katta 2 anakara olmak üzere dağılmış yüzlerce çeşit, boy harita. Burası sanırım bir yayınevine ait bir yerdi. Ve çok tarihi bir binaydı. İçinden çıkasım gelmedi. Hatta sanırım biraz fazla resim çekince bana bir gazete veya dergiden gelip gelmediğimi sordular. O yerlerdeki marley türevi döşemeye dünya haritasını nasıl işlemişler diye düşündüm. Çok özel bir görünümdü.

 

Gittiğimin ikinci günü doğum günümdü. Athya’ya doğum günüm olduğunu söylememiştim. Ama sabah yüzümü yıkamadan onların pasta sürprizi ve şarkısı ile karşılaştım. Kızlar yanaklarıma iki taraftan kondurdukları öpücüklerle bana pastayı üflettiler. Böylece sabah saatin 7 olması nedeni ile hayatımın en erken doğum günü kutlamasını yaşamış oldum. Yola bu kez Athya ile çıktık. Onlar okul ile müze gezeceklerdi. Bana ‘’sen de bize takıl istersen hem de bu arada benim okulu da görürsün’’ dedi. Çalıştığı okul ilginç. King Fahad Akademi. Kız okulu ve Suudilerin. Yani benim okulun Londra versiyonu gibi. Sevinerek kabul ettim. Ben, gayet lüks bir okul beklerken inanamadım sıradan bir okulla karşılaşmama. Nerede o Suudilerin şatafatı. Ayrıca bu okulda erkek öğretmenler çalışıyor olması da ilginç. Çok az öğrencisi var ve benim Katar’daki okulumda olduğu gibi öğrencilerde yoğun davranış bozukluğu, disiplinsizlik problemleri var. Ama bu kızlar ne de olsa Avrupa suyu içmiş olduklarından durumları bizdeki kadar vahim değil. Bir de bunlar ne de olsa Londra’da görevli memur çocukları. Bizimkiler çoğunluk patron çocukları. Arada gelir seviyelerinde önemli farklar vardır. Athya beni okulda Laboratuvarlardan sorumlu kişi ile tanıştırdı. Bu kişi Alman ile evli bir Hintli idi. Hiç Alman ile evli Hintli duymamıştım . Acayip bilge duruyordu. Benim aynı işi Katar’da yaptığımı ve Athya ile oradan tanıştığımızı ta Londra’ya gezmeye geldiğimi duyunca çok şaşırdı.

 

O hafta Londra’da okulların son iki haftasıydı. Bu dönemde okullar geleneksel bir  şekilde çocukları müzelere ziyarete götürürmüş. Şikayetler üzerine bu müzeler ücretsiz olmuş son birkaç yıldır. Büyük kolaylık. İşte eğitimde fırsat eşitliği dedim. Biz Athy’ların okulu ile kısaca V&A müzesi olarak bilinen  Viktoria &Albert müzesine gittik.  Adı Kraliçe Viktoria ve Prens Albert’tan geliyor. Sanat ve tasarım müzesi olarak geçiyor.  Hakikatten içerisinde sanat ürünlerinin yanı sıra çok güzel çizim odaları da vardı. Eğitim de veriyorlar sanırım. Kıyafetlerden tasarım ürünlerine kadar  her şey vardı içerisinde. Yerdeki mozaikler tam bir sanat harikasıydı. İçindeki ürünler ile konusunda en iyiyiz diyorlar. Mutlaka gezilmeli dedim. Sağolsun Athya’nın sevgili Suudi öğrencileri hiç ilgilenmediler. Oysaki kızların ilgisini çekecek eskiden günümüze kıyafetlerdeki değişim bölümü bile olmasına rağmen.
 
 


Gezerken müthiş güzel bahçesini  ve içerisindeki minik kafeyi keşfettim. Kaçırırmıyım hemen kahvemi ve yanında küçük aperatifleri alarak dinlenme bölümüne geçtim. Bahçe tarihi Londra tuğlası ile kaplı binalarla çevrili avlusuda  etraf eflatun pembe  tonlarında  yüzlerce ortanca çiçeği ile dolu.
 
 Çocukları eğlendirmek için fıskiyeler var. O soğukta 4-5 yaşlarında iki kız çocuğunu yarı çıplak vaziyette, tamamen ıslanmış olarak suyun altında oynarken görmek ilginçti. Nasıl mutlulardı anlatamam.  Yine çocuklar eğlensin diye dönen sandalyeler yapmışlar.
Sonuçta, hedef gerek kafeleri gerekse bu tür eğlenceleri ile herkesi müzelere çekmek, müzeleri sıkıcı olmaktan uzaklaştırmak.

 
Ben daha sonra Athya ekibinden ayrıldım. Yola yine aynı bölgede bulunan Science müzesini ziyaret ederek devam ettim. Burası bugüne değin gördüğüm en büyük ve donanımlı Science müzesiydi. Çok geniş bir alana yayılı 6 katlı bir bina. Her katının içeriği farklı. Bilgisayardan başlayıp, veterinerlikte bitiyor. Kimya bölümü muhteşemdi. Bir de Bilgisayarın ilk mucitlerinden  adamın ilginç ve acıklı hayat hikayesi. Kocaman bir oda büyüklüğünde ilk bilgisayar. Şimdi elimizdeki telefonlar kadar olduğunu düşününce gelinen nokta hayaller ötesi. Gerçek uçaklar, otomobiller, trenler. Çocuklar için interaktif science oyunları  her şey var. Öğrenciler kendilerinden geçmişçesine mutlu ve konsantreydiler.

 
 


Gezmem saatler sürdü. Yorgunluktan bayıldıkça kendime küçük kahve molaları verdim. Kafeler muhteşemdi.

Oradan çıktım karşısındaki Tarih müzesine. Dinazorlar, uzay her şey var.
 

3 müzeyi gezerek akşamı ettim. Arada bol bol kafe seromonilerinde doğum günü kutlamalarımı aldım. Cevapladım. Aldığım enerji ile ‘’ya bismillah’’ deyip gezmeye devam ettim. Dediğim gibi benim için çok sıra dışı ve spontane bir doğum günüydü. Çok hoşlandım ve kendime her yıl başka bir yerde olmak üzere böyle böyle bir  hediye vermeye  karar verdim.

Londra müze cenneti. Gerçekten her konuda müze var. İtfaiye müzesine kadar. Benim için bu Londra’nın diğer şehirlere göre en ilginç boyutlarından biriydi. İnsan kendini kaybediyor. Sergi ürünleri çok sıra dışı olmasına rağmen yine de büyükleri, küçükleri düşünerek her türlü interaktif uygulamalar , kafeler ve eğlence merkezleri, satış dükkanları ile ortamı daha da ilginç hale getirmeyi başarmışlar.

Bunun dışında bana çok meşhur pazarı var dediler gittim. Şehrin taaa öbür ucu. Herkes aynı bilgiyi almış herhalde ki nasıl kalabalık. Benim için tam bir hayal kırıklığı. Her şey aynı. Turistik birbirinin aynı yüzlerce ürün. Bizim pazarlardaki ürünler orada satılanların yanında Chanel.

Genelde tüm hediyelik eşyalar Çinli malı ve pahalıydı. Mümkün olduğunca almamaya çalıştım.

Bu hafta içerisinde bir gün Cambridge bir gün de Oxford’a gittim. Ama onlar ayrı bir yazı konusu. Kısaca geçmek istemem.

Geriye kalan 4 günü kısaca anlatmaya calıştım.

 

Yazının başında da bahsettiğim üzere, kafama göre takılmam, sıra dışı bir doğum günü yaşamam nedeni ile bu benim 3 haftalık seyahatimin en güzel haftası oldu.

Gelecek yazımın konusu Oxford ve Cambridge City ve Universiteleri olacak. Takibe devam.

Friday 19 October 2012

Yolculuk...


                                                                                                                                                              19/10/2012

2) Yolculuk…

Macera benim göbek adım. Dolayısı ile yolculuğum da yine maceralıydı. Uzun uzadıya anlatmayayım kısaca THY’nin elemanlarının grevi nedeni ile Uçak Doha’dan geç kalkınca, İstanbul – Londra uçağını kaçırdım. Aylar sonrasında memleketime inmenin mutluluğunu yaşayamadan, koş oraya koş buraya oldum ve tüm çabalarıma rağmen uçak kaçtı. Neyse, allem ettim, kalem ettim bir sonraki uçakta yer bulabildim. Hem de kimin yanında inanmazsınız. Yalan Dünya’daki Orçun’un yanında.
 Doha’daki evimizde Türk televizyonlarını iki kanal dışında izleyemiyoruz. Dolayısı ile Yalan Dünya’yı da. Dizideki tipleri çok iyi tanıyamıyorum. Ama 1-2 izlediğimden biraz aşinayım diyeyim. Uçağa bindim her taraf öğrenci. Hem de Lise. Hani çocuklar yazın İngiltere’ye dil okuluna gönderilir ya işte bizim uçak bu çocuklarla dolu. Sanırsınız okul. Neyse, tüm gece boyunca uçmanın verdiği yorgunluk ayrıca sabah uçak kaçırma stresi nedeni ile yerime çöktüm diyeyim ki ne halde olduğumu anlayın. Son anda yer bulunduğu için yerim tam acil çıkış kapısı. Otururken de yanımda birisi var ama hiç dikkat etmedim. Neyse, yerleştikten epey bir sonra, baktım herkes bana  yok – hayır  yanımdakine bakıyor ve birbirine gösteriyor. Bu arada biz de sırada sadece ikimiziz Orçun ile. Ay bunlar nereye bakıyorlar, bu kim derken etraftan ‘’Hiiii  Orçun, Ayyy Orçun, yaaa Orçun’a bak’’’ seslerini duymaya başladım. Şöyle dönüp yüzüne doğru bir bakınca benim gördüğüm sadece bir orman kaçkını oldu. Gerçekten görünüşü‘mahallenin delisi ile orman kaçkını’’ arasında bir yerde olan  insanımsi bir şeydi. Saç-sakal birbirine karışmış, kıyafet dökülüyor ve en önemlisi asker yeşili tonlarındaki hırpani kıyafetin altına kanarya sarısı çorapları ile oldukça çarpıcı bir görüntü sergiliyordu. Ayakkabılarını çöpten mi bulmuş acaba dedim o kadar eski. Acayip iletişim problemi varmış gibi duruyordu öylesine içe kapanık. Çoğu ünlü gibi kimseyle diyaloğa geçmek istemeyebilir ama bulunduğu durum resmen ruhsal hastalığı varmışçasına içe dönük gibiydi.  İçimi karartınca  biraz sonra da ben kalkıp yerimi değiştirdim.

Hava açık olduğu için camdan tüm yolu izleyebildim. Çöl hayatımızdan sonra uçaktan da olsa yeşile, nehire bakmak iyi geldi. Kil rengi topraklardan sonra, çöp eksen bitecek denli verimli kızıl kahve Avrupa toprakları…

İnişten az önce,  Manş denizinde yüzlerce rüzgar değirmeni görmek oldukça ilginçti. Denizin ortasında ilk kez rüzgar değirmeni görüyordum. Nasıl bunları buraya diktiler diye epeyce düşündüm. Deniz de soğuk  olduğunu gözümüze sokmak istercesine  grimsi bir renkteydi.  Deniz trafiğinin yoğunluğu ise oldukça çarpıcıydı. Eee ne de olsa bu deniz, adanın Avrupa ile bağlantı noktası.

Heathrow Havaalanı, bizim İstanbul’dan sonra pek külüstür geldi doğrusu. Yerde mozaikimsi klasik , çocukluğumun yer karoları. Ama havaalanının trafiği başdöndürücü yoğundu. Daha önce New York’ta da dikkatimi çekmişti. Aynen. Ölçtüm her dakikada bir uçak indi. Hani pilot biraz ağır kalsa yolcuların hali yaman.  Gittiğim dönemde  Olimpiyatlar’ın başlamasına 3 hafta daha süre olduğu için, Olimpiyatların,yoğun trafiğe etkisi olduğunu sanmıyorum.  Yani normal Heathrow modu.

Girişte sadece niye geldiniz, nerede kalacaksınız sorularını sordu görevli. Hemencecik kabul edildim. Rusya’dan, aynı uçakla geri gönderilmişliğim olduğu için artık girişlerde tedirginim. Katar’ a girerken bile sorun yaşamışlığım var biliyorsunuz. İngilizlerin snobluğu meşhur. Her an bir aksilik olabilire çok hazırdım. Çok şükür ki İngilizlerin ekonomik çöküşünün etkisi ile rahatlıkla geçtim.

Bilindiği üzere, İngiltere Olimpiyatları çökmüş ekonomilerine bir ilaç olarak görmekteydi. O nedenle gerek vize, gerekse ülkeye girişte turistlere mümkün olduğunca problem çıkartmamaya çalışıyor izlenimi edindim. Tabiki öğrenci vizelerini bu işin dışında tutarak.(daha önce bahsettiğim nedenle).

Ülkeye bu kez macerasız girmenin gururu  ile beni sabahtan beri karşılamak için telefonun ucunda sabırla bekleyen , her değişiklikte, tamam canım ben beklerim diyen Sevgili arkadaşım  Athya’yı aradım.

Saturday 13 October 2012

UK maceraları


 





UK MACERLARI…

Bölüm 1) Vize çilesi…

Kaan’ın Oxford ve Cambridge’deki  IB yaz okullarına gitme işi kesinleşip, Londra’da yaşayan sevgili arkadaşım Athya’nın da; hadi ama gelmiyormusun?demeye başlaması ile gitmeyi düşünmeye başladım.
Kararımı almamda Başbakan Cameron'ın gazetelerde okuduğum bir demeci son noktayı koydu. Cameron ''Türkleri, Olimpiyatlara bekliyoruz'' diyordu. Yazıyı mutlulukla üzerime alındım. Hemen haberi Kemal'e ilettim. Koskoca Başbakan biz Türkleri özel çağırıyor davete icabet etmemek olmaz'' deyip gitmeye karar verdim. Hiç bunu ülkenin ekonomik sorunlarına çıkış yolu bulmak için Başbakanın her ülkeye yaptığı bir  jest olarak düşünmedim. Vatanım uğruna kendimi yola attım. ;)))

Aslında benim gibi seyahat etmeyi seven biri için, İngiltere’ye gitmek, baştan beri düşündüğüm bir şey olmasına rağmen vize işlemleri  gözümü korkutuyordu. İngiltere’nin haberi yok ;))) ama ben Türkiye’ye vize uygulayan ülkelere küsüm. (Tavşan dağa küsmüş durumu). Yıllar önce yakın bir arkadaşımın Ingiltere’ye vize başvurusunu hatırlarım. Kan kusmuşlardı. Kendimiz de en son Kaan’ın başvurusunu yaparken yaşadık. İnanılmaz sorular dizisi. Zannedersiniz ülkeyi satın alacaz. Dahası, randevu ile başvuruya gitme ve 125$’lık başvuru ücreti. Ha bir de randevunuzu kaçırırsanız başvuru ve paranız da yanıyor.

Kaan’ın  Oxford ve Cambridge Üniversitelerinin davet yazısı olduğu halde vizeyi alması tam 5 hafta sürdü. Tesadüf bu ya Bölüm arkadaşım Jaime’nin kız kardeşi İngiltere’de Dış İşleri Bakanlığında Vize bölümünde hem de öğrenci vizeleri bölümünde çalışıyormuş. Jaime arada ona soruyordu. O da bize o masada, bu masada hala bekliyor diyordu. Bize şu masada bu masada bekliyor dendiği için Qatar’daki vize ajansına telefon etmeyi bırakmıştım. İçime sinmedi bir süre sonra hadi bir arayayım dediğimde bir baktım bana ‘pasaportunuz 1 haftadır vizesi alınmış şekilde burada bekliyor demesinler mi?’ Kime inanacağımızı şaşırdık.  Hakikatten de vize alınan tarih 1 hafta öncesini gösteriyordu.
Kaan'ın vize başvurusu sırasında öğrendik ki İngiltere Dışişleri Bakanlığında ekonomik kriz nedeni ile eleman azaltımına gitmiş. İşlerin aksamasında bir de böyle bir etken varmış. Düşünebiliyormusunuz, ah zavallı bir zamanlar üzerinde güneş batmayan İngiltere... Bu hale geleceği düşünülürmüydü? Hem de Olimpiyatlar öncesi.
Ben Kaan öğrenci ve kapı gibi Oxford ve Cambridge Üniversiteleri  davet mektubu var hemen vize alır diye düşünürken yanılmışım. Çünkü İngiliz arkadaşların dediğine göre kaçaklar en çok öğrenci olarak ülkeye giriş yapıp, sonrasında kayboluveriyorlarmış.

Tüm bunları bilerek, derin bir nefes alarak, benim için başvuruya yaptık. Canım Kemal’im sağolsun benim için tüm bürokratik işlemleri yaptı. Sanırım, ben hayatta o sorular sinsilesinin altından kalkamazdım. Sinir sistemim ele vermez.
Neyse, tüm bu negatif ve gerilmiş duygularla yapmış olduğumuz başvurumuzun sonucunu inanılmaz cabuk tam 1 hafta içinde aldık. Hatta bir de komik bir extra para vererek vize işlemlerinin her aşamasından mesaj aracılıgı ile haberdar olduk. Oysaki Kaan’da böyle bir opsiyon sunmamışlardı  ve günlerce ‘çıktımı?’ diye telefon ile başvurmuzun durumunu  sormak zorunda kalmıştık. Allah’tan vizeye 2,5 ay öncesinden yaptık ta telaşa düşmedik. Ama bu bize başka bir dezavantaj getirdi. Kaan’ın pasaportunu İngiltere Büyükelçiliğine verdiğimiz için Paskalya tatilinde yapmayı planladığımız Malezya gezimizi yapamadık.
Başvurum sırasında yaşadığımız tek terslik fotografımı standartlara uygun bulunmaması idi. Efendim benimkisi Amerikan vizesine uygunmuş. Türkiye’de pasaport için çektirmiştim. Koşa koşa gidip İngiliz versiyonunu çektirdik. İşte İngilizlerin yaptığı bir çıkıntılık daha. Adamlar her şeyi illa farklı yapacaklar sendromundalar. Olan bize oluyor. Bizim İngiliz bölüm Başkanı bu duruma kendi bakış açısını koydu ve ; yıllardır vize işlemlerini yapan arap bir memur olarak işlemi yapan kız senin gidişini kıskanmış zorluk çıkartmıştır, dedi. Ne de olsa kişi kendinden bilir işi durumu.

Bu kadar acı çektikten sonra hayatımda bir mutluluk ile daha tanıştım. UK Vizesi  alma mutluluğu…

Friday 1 June 2012

SPOR'A DEVAM


Spor konusundan devam edelim.

Spor bu ulkede ne kadar tesvik ediliyorsa da realite de bunun tam tersi durumlar ile karsilasilabiliniyor.

Her spor dalinda yabancilar icin zorluklar var.

Basketbolda, herhangi bir Arap klubunde 15 yas sonrasi oynamak isterseniz almiyorlar. Daha kucukler icin sorun yok. Ama 15 yas sonrasi takimin lisansli sporcusu olmaniz icin Katar’li veya Doha dogumlu olmaniz gerekiyor. Bunun disinda basket oynamak isteyen expat cocuklarina dogru durust oynayacak klup de yok.

Yuzmede durum biraz daha gevsek. Ornegin bir yarisma icin Kaan’in okul adina yuzmesini istemisler. Kaan yuzerken buralarin en iyi kluplerinden biri goruyor ve Kaan’in okul hocasi araciligi ile klube davet ediyor. Tam da o siralar Kaan’in yuzmeyi tekrar dusundugu siralardi. Hatta expatlarin devam ettigi bir klube de gidip bakmistik. Bu klubun aidati da dise dokunur denir ya o cinsten. Tam 2.500 QR. Yani 1250TL . civari. Dusunebiliyormusunuz 1 aylik yuzme dersi bedeli. Okul taksidi gibi. Arap klubu de Kaan’a burs verince hadi deneyeyim dedi ve buyuk bir heyecanla basladik. En buyuk sorun dil. Hoca tum Kuzey Afrika ulkelerinde (Faz, Tunus, Cezayir, Libya) oldugu gibi Arapca ve Fransizca biliyor, Ingilizce bilmiyor. Diger sporcular tercume yapiyor. Calismaya basladi. Aman tanrim, hocanin cocuklara baktigi yok. Arkasini donuyor ve arkadasi ile tum antrenman boyunca sohbet ediyor. Bu arada sporcular kendi kendilerine idman yapiyorlar. Calistiklari havuz inanilmaz guzel. Tam Olimpik. Arap oyunlarinin ve tum uluslararasi karsilasmalarin yapildigi havuz. Yaninda atlama havuzu da var. Zaten ne hikmetse bizimkiler kulvarsiz atlama havuzunda calisiyorlar. Bu arada da kucuk sporcular da kontrolsuzce yukardan atlamaya devam ediyorlar. Her an bir kaza olabilir. Antrenor inanilmaz bir sekilde ilgisiz. Birakin cocuklara takdik vermeyi, sirtini donup ne yapiyorlar diye  bakmiyor bile. Tabiki boyle olunca da takimin durumu da icler acisi. Ama Katar’in yuzmede en iddiali takimlarindan biri.  En iyileri Kaan ki 5-6 yildir yuzmuyor. Boyle yaklasik 1 ay kadar gidip geldik. Baktik buradan bir sey cikmayacak, biraktik. Hatta Kaan o kadar kizdi ki antrenmanin ortasinda birakti cikti. Takimin yoneticileri de bizi her gorduklerinde hadi ama evraklarinizi hazirlayin da Kaan’in lisansini alalim deyip durdular. Iyi ki dusunmek, izlemek icin biraz vakit ayirmisiz.

Aslinda aldigimiz bursun ne kadar onemli oldugunu yeni ogrendik. Kaan’in katildigi bu yuzme yarisi, buranin Milli Egitim Bakanligi ve Spor Kluplerinin  ogretim yili boyunca yetenekli ogrncileri secmek icin ortaklasa duzenledikleri bir yarismis. Bu yarislara katilmak icin ciddi caba gosteren ogrencilere sahit oldum.  Tekrarlanan yarislar sonunda finale kalan ogrencilere klupler burs teklif ediyor. Kaan bu teklifi ilk yuzmesinde almisti. Sonradan bizim okulun yuzme hocasi ile konustugumda kendi kizinin ve arkadaslarinin bu yarislara hazirlanmak icin nasil caba gosterdigini ve kendisinin de onlara nasil antrenman yaptirdigini anlatinca aslinda ciddi bir yaris oldugunu anladim.

Yuzme doneminde bir de gidip milli takima bir bakalim dedik. Zaten ayni havuzda ama tabiki kulvarli kisimda yuzuyorlar. Yaklasik ayni saatlerde yuzdugumuz icin de sporcularin durumlarini gorebiliyorduk. Aldigimiz bilgi “milli takima girmek icin yine ayni sart gecerli “ Katar’li veya Doha dogumlu olmak.” Bizim icin Imkansiz. Bu kural o kadar  iclerine islemis ki yasadigimiz sitede yan komsumuz ailenin babasi Milli Takim Jimnastik antrenoru ve oglu George 15 yasinda ve bransinda Katar birincisi olmasina ragmen Milli takima giremiyor.

Milli  yuzuculerin seviyeleri  gayet iyiydi ve Rus antrenorler tarafindan calistiriyorlar. Yuzerken onlara tempo veren kisiler ile yuzduklerini gorduk. Antrenman sirasinda ozel hazirlanmis proteinli sivilardan iciyorlar. Uzerlerindeki ilgi son derece yuksek gorunuyordu.

Bu denemelerimiz tam da Aralik ayinin ikinci yarisinda Katar’da gerceklesen uslararasi Arap oyunlari sirasinda oluyor. Sporcularin performanslarinin peak yaptigi donemde.

Milli takima girmek hayatta bir donum noktasi olusturuyor. Bir kere Katar pasaportunuz oluyor ki bu Pasaport su anda Ingiliz pasaportundan daha degerli deniliyor. Ikinci ise milli sporculara inanilmaz paralar oduyorlar. Kazansin kazanmasin gittigi her karsilasmanin jestini aliyorlar. E bir de kazanirlarsa dusunun gerisini. Bunlari Kaan’a, milli sporcu olan okuldaki hocasi  anlatmis.

Gecenlerde calistigim okulda bir kiz ogrencinin Katar yuzme Milli takiminda oldugunu ogrendim. Yuzme Kiz Milli takimi oldugunu bilmiyordum dogrusu. Tesettur halleri ile nasil yuzuyorlar acaba? Cunku yuzme sirasinda vucutta suyla temas halinde olan bu giysiler cok onemlidir. Ayrica, aklima erkek seyirci veya  hakem oluyormu, fotograf cekiyorlar mi gibi bir cok soru geldi. Merak ettim dogrusu. Ogrenip haber veririm. Aralik ayinda gerceklestirilen Arap oyunlarinin reklamlarinda gormustum. Kiz sporcular tesettur versiyonu sporcu kiyafeti giyiyorlar.

Spor kluplerinin disinda Federasyon olarak Tenis cok guclu. Daha once de anlatmistim. Yilda iki kez dunyanin sayili organizasyonlarindan olan erkekler ve kadinlar kupasi duzenleniyor. Dunyanin en iyi teniscileri geliyor. Sponsorlari Rolce-Rolce ve Rolex olunca inanilmaz bir lux cikiyor ortaya. Turkiye’den bir donusumuzde havaalaninin disinda bir baktik metrelerce Rolce- Rolce. Daha once bir tanesini yakindan gormuslugum varmidir ki hic hatirlamiyorum. Sorunca dediler ki “Sporculari karsilamaya geldiler”

Gecen seneki erkekler sampiyonasi oncesi Nadal ve Federer icin denizin ustunde yuzer bir kort yaptilar. Ikisi bu yuzen kortta arkalarinda Doha’nin gokdelenleri esliginde Tenis oynamaya calistilar. Buyuk reklam oldu.

Biz iki yildir hem bayanlar hem de erkekler yarislarini elimizden geldigince yerinden izliyoruz. Bu anilarimi yazmistim. Hayatimda bir kez olsun tenis maci seyretmemis bir kisi olarak benim icin ilginc deneyimler bunlar. Hadi biz buradayiz ama dunyanin her yerinden insanlar gelip bu maclari izlediklerine sahit olmustuk. Hatta bir de Istanbul’dan gelen Turk ile karsilasmistik.

Bizim gibiler icin Tenis kortu veya  hoca ile kort kiralamak, bu maclara bilet almak gayet ulasilabilir fiyatlarda. Ornegin kort +tenis sahasi 1 saatlik ucreti 150 QR yani 75 TL.Sadece kort fiyati ise 30 QR’a kadar dusmustu birara. Bizde Kaan ve ben bunun epey keyfini cikarmis bu sayede Tenis ile tanismistik.Rus genc bir kari koca ile konusurken onlar da ayni mutluluklarini dile getirdiler. Ulkelerinde cok cok daha kotu kosullardaki kortlara muthis paralar odediklerini soylediler.  Teniste en iyiler Filipinliler. Bunlar maile geliyorlar. 4 yasindan sonra cocuklar tenise basliyorlar.

Golf Klup buranin ikinci etkin federasyonu. Cok guzel bir bahcede bulunan tesislerinde vakit gecirmek icin arada gidiyoruz.. Ayrica burada icki de servis ediliyor. Dolayisi ile yemyesil bir ortamda elinizde ickiniz guzel sohbetler yapilabiliyor. Golf sporu ile yakinlasmamiz bahcenin otesine gecemedi henuz. Ama cilgin Golfculer var. Inanilmazlar. Ozellikle de UK. Liler. Gecenlerde gittigimizde gorduklerimize inanamadik. Arabayi park edilen yerden oturacagimiz 100m. yere sicaktan yuruyemedik ve bunlarin “Buggy” denilen arabalarina bindik, ardindan da arkadaslarin zorlamasi ile balkonda oturunca sicaga maruz kalmis olduk. Dayanamadik apar topar eve geldik. Uzun sure kendimize gelemedik. Boylece buraya geldigimizden beri Ilk defa sicak soku yasamis olduk. Bu Ingilizler inanilmaz o sicakta deli gibi viski icip golf oynuyorlardi. Bizim bolum baskaninin kocasi buranin yoneticisi bu insanlar yazin sicaginda da ayni seyleri yaptiklarini soyledi

. Bizim gordugumuz kipkirmizi suratla cilginca yaristiklari idi.

 Burasi Tenis klupten daha Western.  Ingilizlerin disinda Golf ile en cok uzakdogulular ama Guney Koreliler ve Japonlar ilgileniyor sanirim. Ama bunlar inanilmaz disiplinliler hayatin her alaninda oldugu gibi.
 

Golf Klupte yilda bir kez uluslararasi yarisma duzenliyor. Tyger Woods disinda tum meshurlar geliyorlarmis. Tyger Woods'un gelmemesinin nedeni olarak Abu Dhabi’nin kendisine 3 milyon $ odeyerek anlasma yaptigini ve bu anlasma cercevesinde baska bir ulkede yarismasini yasakladigini soyledi. Bu 3 milyonun disinda yaris kazanirsa da artisi oluyormus.

Ne hayatlar var degil mi?

Bir baska konu ise Ingiliz erkeklerin Golf klupteki halleri. Bu insanlar tum gunlerini buyuk ekran tv.nin karsisinda futbol maci izleyip icki icerek geciriyorlar. Bolumdeki Ingilizler ile konusunca Ingiliz erkeklerin bu model oldugunu soylediler. Inanilmaz. Kadinlar bir sekilde calisip cocuklar ile ilgilenirken bunlar zevkten sasirmis durumdalar. Benim aklima ilk gelen ulkelerin refah seviyesi arttikca insanlarin tembellestikleri oldu. Keseden yemekteler. Tabiki Ingiltere’nin su anki ekonomik durumunu dusunmeyin lutfen.

Sadece anadileri Ingilizce oldugu icin en iyi islere kolaylikla ulasabiliyorlar. Bir de kimlikleri cok degerli bulunuyor. Osmanli atalarimiza ne kadar kizsak azdir, Ataturk keske daha uzun yasayabilseydi deyip duruyorum kendi kendime.

Yasayan canlilarin bir yasam egrisi vardir. Bu can egrisi gibi birsey. Cok calisarak cogalirlar, refah seviyeleri artar ama doyum noktasindan sonra birbirlerini yerler. Bu egri bir mikroorganizmadan baslayarak ulkelere  kadar genis bir yelpazede gorulebilir.

Bu ilginc aciklamadan sonra dusunun bakalim kim nerede?

Thursday 23 February 2012

SPOR GÜNÜ

21/02/2011
Spor Bayramı
Katar devleti hepimize yine güzel bir sürpriz yaptı ve 14 Şubat’ı ‘’Ulusal Spor günü’’ olarak ilan ediverdi. Ediverdi diyorum çünkü bu son 15 -20 gün içinde gelişen bir olay. Hatta birkaç gün öncesine değin ‘’milli Tatil’’ kapsamında olup olmayacağı bile belli değildi. Okullarda bile. Hatta bizim okulumuz 7 Şubat için hazırlanmıştı. Tüm program yapılmış bizlere de iletilmişti.  Aniden Milli eğitimden gelen yazı ile program iptal ediliverdi ve denildi ki;
‘’ spor günü 14 Şubat olarak belirlenmiştir. Bu tarihte okul olmayacak öğrencilerimizi aşağıdaki listedeki yerlerde spor etkinliklerine katılmaları için cesaretlendiriniz.’’
Bu yazıyı tatil öncesi son iki gün içerisinde iki defa ilettiler. Aman unutmayın diye. Okulumuzun zavallı Beden Eğitimi bölümü’’ boş yere program hazırlamış oldular. Neyse, bu da olayın bir başka boyutu. Bu ülkenin çalışma biçimi. Önce yaptırırlar, sonra istedikleri gibi karar değiştirirler.
 Spor günü son birkaç yıldır milli tatil olmadan kutlanıyormuş. Hatta geçen sene Kaan’da böyle bir program dahilinde bir çok etkinlikte bulunmuştu. Ama hani okulun sportmen çocuklarının alınıp bir tesiste toplayarak, yarıştırılması üzerine bir spor etkinliği. Geride kalanlar okulda derslere devam ediyorlardı. Herkes de işinde gücünde. Bu yıl farkındalığı arttırmak, devlet olma yolunda bir ulusal gün daha yaşamak için  aniden 14 Şubat Spor Günü oldu ve her yer tatil oluverdi. En tatilsiz İnşaat şirketlerine kadar. Hatta gördüğümüz kadarı ile şirketler devletle samimiyeti bozmamak için maddi- manevi inanılmaz destek verdiler.
Arada söylüyorum. Ülkenin en önemli sağlık sorunlarından biri Obezite ve buna bağlı kalp-damar, kanser gibi hastalıklar. Çözüm yollarından en önemlisi spor yapmak ve sağlıklı beslenmek. İşte yaratılan bu yeni bayramımız sadece spor değil sağlıklı beslenme kültürünü de geliştirmeyi amaçlıyor.
Tabi ki eminim fikir Şeyha’mız Hanımefendiden gelmiştir.
Bir gece önce Kemal,  eve ertesi gün tatil müjdesi ile geldi. Bu sevinçle ertesi gün erkenden kalktım. Dışarıya bir baktım hava nasıl güzel anlatamam. Yılın ilk güzel günü. Tıpkı bütün dünyada olduğu gibi bu kış burada da kendi çapında epeyce soğuk geçti. (Gülmeyiniz lütfen. Sabahları ben işe giderken yaklaşık 6’C civarında oluyordu. Ama inat ettik yayıntı olur deyip ısıtıcı almadan geçirdik.)

Bendekibu neşe ve coşku derin uykularında olan sevgili aile üyelerime pek sirayet etmemiş olacak ki  tek nazımın geçtiği Kemal’i sökerek!!! yataktan kalkmasına yardımcı oldum.
Okuldan gönderilen etkinlik programının ekini açamadığım için nerelerde ne etkinlik var bilemiyoruz. Ama duymuştum Kornişte yani buranın kordonunda yürüyüş varmış. Yola koyulduk. Vardığımızda tüm Katar’ın orada olduğunu düşündük. O kadar kalabalık.  Çocuklar için ayrı etkinlikler hazırlamışlar. Şişme çocuk parklarından, basketbol potalarına, yüz boyamasından, etkinliğe katılanlara oyuncaklara kadar. 
 Yürüyüşe başladık. Ben hemen tabiî ki fotoğraf olayına girdim. Birisinden bizi foto çekmesini rica ettik  aaa bir baktık Türk arkadaşlar maile gelmişler. Hem de küçük çocukları ile. Bravo dedik.

Hava bize torpil yapmış. Ne alışık olduğumuz toz, duman, rüzgar, ne çok sıcak ne çok soğuk. Hatta normalde görmeye alışık olmadığımız  güneş bile gökyüzünde pırıl pırıl parlıyor. Yürüyüşe başladık. Yürüyüşün başlangıç noktasına ekip yerleştirmişler. Elinize küçük bir mühür vuruyorlar. 2 km. lik kulvar yapmışlar. Bittiği yerde bir mühür daha. Sonrasında üzerinde ‘’Qatar Sports Day’’ yazan tshirt, şapka  ödülünüzü alıyorsunuz. Kuyruk çok uzun. Ama bakınca kadınlara ayrı kuyruk olduğunu fark ettik. Hemen girdim sıraya ödülümü aldım. Hatta evde çocuklar var deyince 3 tane verdiler. Bize 2 km. az geldi. Devam ettik. Sanırım 10km. filan da yürüdük.
Yol boyunca yarıştan dönenleri gördük. Bizden önce koşu yarışı yapmışlar. Neyse ben koşamam zaten. Bu arada başlangıçtan bitişe kadar devlet ve özel şirketler stant kurmuşlar, su, elma ve muz dağıtıyorlardı. Dedim ya bu etkinliğin bir amacı da sağlıklı beslenme kültürü oluşturmak diye.  Örneğin,  hiç fast food standı yoktu. Yine dedim ya özel şirketlerde inanılmaz destek vermişti. Buranın meşhur süpermarket zinciri bir elmalar koymuş yemyeşil. Hani reklamlarda olur ya. Ye beni hissi yaratır. Aynen.
Yine buranın  devlet hastanesi koskocaman bir stant kurmuş tansiyon ve kilo ölçüyor, kan şekerine bakıyor ve çıkarken de elimize besinlerin kalori değerini gösteren bir tablo veriyorlar. Bakınca tabloya aman Allahım oluyorsunuz. Çıkışta kahvaltıya peynirli pizza söyleyecektik hemen vazgeçtik.
Bir diğer noktada müzik grupları müzik yapıyorlardı.
Katılım çok yüksekti. Her milletten, her cinsten, her yaştan insan vardı. Hatta en hareketsiz olan Katar’lılar bile. Buralarda çocukların bisiklete bindiğini pek görmezsiniz. Hatta 5-6 yaşındaki çocuğu hala bebek arabasında taşıdıklarına şahit olmuştum. Baktım bisikletli 3-4 yaşında bebeler. Bir başka Katar’lı ayağına şimdiye değin hiç görmediğim robotların ayaklarına benzer veya sakatlarda bulunan gibi bir yürüme aleti takmış. Ama sakat birisi değildi. Alet havalı bir şey.  Birazda bizim sirk cambazlarının bacaklarına taktığını andırıyor. Onunla yürüyor.
Ama yapmayan da yapmıyor. Arap olduğunu düşündüğüm bir amca  millet canhıraş biçimde spor yaparken 250 kiloluk gövdesi ile malak gibi uzanmış çimlere afedersiniz ama poposunu da spor yapanlara çevirmiş yemek yiyor. Manzara o kadar komikti ki. Arada piknik yapan Arap aileler de  gördük maalesef.
Şirketler araba tutmuşlar. Çalışanları ve ailelerine üzerlerinde şirketin isminin ve ‘’Qatar Sports Day’’ yazan Tshirt ve şapka dağıtmış yürütüyorlar. Bunun şirkete bir sürü faydası olduğunu düşündük Kemal ile. Devletin bayramını destekleyerek devletle arayı sıcak tutmadan, şirket reklamının yapılmasına hatta elemanlarda motivasyon oluşturmaya kadar. Çünkü gelenler daha çok Hintliler, Filipinlilerin çalıştığı şirketler olunca bu insanların gerçekten motivasyona ne kadar ihtiyaçları olduğu tartışılmaz bir gerçek. Çok akıllıca. Bir atışta on kuş vurmak derim ben buna.
Bizi yaklaşık 2 saat yürüdük. Arada fotolar çektirdik. Sonrasında kalbimiz ferahlamış olarak eve geldik.
Ben aslında öğleden sonra da şehrin spor merkezi olan Aspire Zone’a gitmek istedim de Kemal bayıldığı için gidemedim.

Ertesi gün işte konuşurken öğrendim. Tüm gün boyunca şehrin her tarafında etkinlikler olmuş. Hatta İslam Merkezinde bile. İnanılmaz.  Özellikle de Üniversitelerde. North Atlantik’teki hocam Susana’dan biliyorum. Dersler yoktu ama etkinliğe destek amacı ile hocaların okula gelmesi istendi.
Yine bu konuşmalar sırasında öğrencilerimizin pek çoğunun evden dışarı çıkmadığını duyunca doğrusu üzüldüm. Ama bazılarının erkek kardeşleri aktivitelere katılmış. Bir de komik bir şey söylediler. Yapılan koşu yarışı iptal edilmiş, çünkü yarışmacılardan çoğu kulvarları terk edip kısa yollardan gidince skorlar alt üst olmuş.
Geçenlerde Hürriyet Gazetesinden Yonca Tokbaş’ın bir yazısını okudum. Kendisi Dubai’de yaşıyor. Buraların spor anlayışını anlatan bir yazı. Çok hoşuma gitti. Ekliyorum. http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/19876824.asp

Hem yaşadığımız spor günü hem de Yonca Tokbaş’ın yazısı ardından Türkiye’de son zamanlarda yaşanan 19 Mayıs Bayramı kutlamaları kararını düşündüm. Geriye doğru gidişimiz o kadar çarpıcı geldi ki bana. Burada insanlar Spor’un değerini yeni keşfederken biz 96 yıldır kutladığımız spor bayramından  vazgeçiyorduk.
Olayın bir başka boyutu spor’un ve Türkiye’deki 19 Mayıs Kutlamalarının anlamı, yapılış biçimi. Evet bizde spor zevk alma değil yarıştır. Hazmetme değil, her türlü kirli oyuna da zemin hazırlayacak denli kıyasıya rekabettir. Nerede kalmış olayın dostluk ve bedensel, zihinsel gelişmeye destek olması boyutu. Peki böyle yapıyoruz da sporda çok başarılı olabiliyormuyuz? Büyük klüplere bir bakın hep devşirme sporcular. Kalıcı olmaktan çok,  günü kurtarmaya yönelik adımlar.
19 Mayıs kutlamaları nasıl çıkmış. Geçenlerde bu konuda bilgilendirici bir mail aldım. Onu  ekliyorum.
 akp hükümeti 19 Mayıs Bayramı’nı kaldırmak için düğmeye bastı.
Nazlı Ilıcak CNN TÜRK’teki “Dört Bir Taraf” programında 19 Mayıs törenlerinin Nazi Almanya’sından örnek alındığını söyledi.
Ne yazık ki Altan Öymen bir yanıt veremedi. Oysa…
Soner Yalçın Hürriyet gazetesinde kaleme aldığı yazısında, 19 Mayıs Bayramı törenlerinde gençlerin neden beden eğitimi yaptıklarının tarihsel sürecini anlatmıştı.
12 Mayıs 1916’da Kadıköy İttihatspor (bugünkü Fenerbahçe) sahasında Darülmuallim’in (Erkek öğretmen okulu) öğrencileri Selim Sırrı (Tarcan) nezaretinde Osmanlı tarihinde ilk kez toplu halde beden terbiyesi/eğitimi gösterisi yaptılar.
Ne Nazi Almanya’sı?
Bu “Jimnastik Şenlikleri” adı verilen törene katılan öğrenciler arasında Altan Öymen’in babası Hıfzırrahman Raşit Öymen de vardı!
12 Mayıs 1916’dan sonra bu beden eğitimi bayramı her yıl mayıs ayının üçüncü Cuma günü “Jimnastik Şenlikleri”, “Mektepler Bayramı”, “İdman Bayramı” adı altında düzenlendi. Gösteriler Cumhuriyet’in ilanından sonra da sürdü. Günü değişmekle birlikte hep mayıs ayı içinde yapıldı. 1936 yılında “İdman Bayramı” şenlikleri ilk kez 19 Mayıs gününe geldi.
Ve bu sebeple, 20 Haziran 1938’de, ulusal bayram ve genel tatiller hakkında 2739 sayılı kanuna ek yasayla, Gazi Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktığı 19 Mayıs (1919) günü Gençlik ve Spor Bayramı olarak ilan edildi. Öneriyi getiren Beşiktaş’ın efsane futbolcusu Ahmet Fetgeri Aşeni idi…
Nazlı Ilıcak TV’de herkesin gözünün içine baka baka yalan söylüyor. Ve ne kadar kolay “Nazi” sözcüğünü azına alıp bir tarihi lekeleyebiliyor.
Evet, nasıl bu kadar kolay itham ediyorlar.

Doğrusu ben de tarihçeyi bilmiyordum.

Bence en büyük eksiklik bu güzel bayramın halka indirilememesi.  Bildiğiniz üzere bu bayrama sadece devlet okullarında hatta daha çok kıyıda köşedeki okullarında okuyan bir kısım öğrenci katılır ve ikinci dönemin yaklaşık yarısında talim yapmak için okuldan dolayısı ile de derslerinden epeyce uzak kalırlar. O nedenle de lisenin ilk iki sınıfı görevlendirilir. Çocuklar askeri disiplinle, son derece zevk almadan ellerinden geleni yapmaya çalışırlar.
Diğer ülke vatandaşları için 19 Mayıs sadece tatil demektir. Hele hafta sonu ile birleşirse de yemede yanında yat durumu.
Bu bayram ilk defa ilan edildiğinde tabiki Türkiye’nin o günkü şartlarında düşünüldüğü için toplumda spor bilincini oluşturmak için inanılmaz bir farkındalık yaratmıştır. Ama şimdi aradan geçen bunca zaman içerisinde günümüz koşullarına adapte edilip halka indirilemez miydi? Tıpkı burada olduğu gibi rekabet etmeden ailecek spor yapılacak güneşli bir Mayıs günü olarak kutlanamaz mıydı? Kutlamaların kaldırılması geriye gidiş değil midir?
Bir dönem kızların kıyafetlerine takmışlardı. En son artık toptan kaldırmaya karar verdiler.
Bunları düşününce ‘’eller aya biz yaya’’ atasözümüzü hatırladım.

Son olarak Spor günü ile ilgili burada halk arasında yapılan geyiklerden de söz ederek sizde yazımı yüzünüzde gülümseme ile ben de ise  spor gününü her boyutu ile etraflıca anlatabilmiş olmanın   mutluluğu ile bitireyim.
Biliyorsunuz 14 Şubat aynı zamanda Sevgililer günü. Ama yerel halk böyle günleri kutlamak istese de kutlayamıyor. Expatlarda ise bir telaş bir üzüntü. Örneğin benim İngiliz bölüm Başkanımın tasası bizi gerdi.  Kocasına hediye almaya vakti yok, çocuğu ne yapacaz kutlamalar sırasında vs. vs. post modern sorunlar…İşte bu nedenle expatlar arasında ‘’Devlet çaktırmadan günü tatil yaptı bizi mutlu etmek için’’ dendi.
 Eee  peki halk bunu nasıl kutlayacak. Onlar da Sevgili+Spor= Çocuk olarak kendi versiyonlarını oluşturup zaten kalabalık olan ailelerine bir üye daha ekleyerek tabiki’’ geyikleri ile çalkalandık.
Not: Çektiğimizi zannetiğimiz onlarca fotografı makinayı ters tutarak ve kamera modunda çektiğimiz için görüntüler çok anlamsız olmuş. Üzgünüm kendi çektiğim fotoları ekliyemiyorum. Ama internette güzel resimler buldum sizler için.

Wednesday 22 February 2012

SPOR BAYRAMI

21/02/2011
Spor Bayramı
Katar devleti hepimize yine güzel bir sürpriz yaptı ve 14 Şubat’ı ‘’Ulusal Spor günü’’ olarak ilan ediverdi. Ediverdi diyorum çünkü bu son 15 -20 gün içinde gelişen bir olay. Hatta birkaç gün öncesine değin ‘’milli Tatil’’ kapsamında olup olmayacağı bile belli değildi. Okullarda bile. Hatta bizim okulumuz 7 Şubat için hazırlanmıştı. Tüm program yapılmış bizlere de iletilmişti.  Aniden Milli eğitimden gelen yazı ile program iptal ediliverdi ve denildi ki;
‘’ spor günü 14 Şubat olarak belirlenmiştir. Bu tarihte okul olmayacak öğrencilerimizi aşağıdaki listedeki yerlerde spor etkinliklerine katılmaları için cesaretlendiriniz.’’
Bu yazıyı tatil öncesi son iki gün içerisinde iki defa ilettiler. Aman unutmayın diye. Okulumuzun zavallı Beden Eğitimi bölümü’’ boş yere program hazırlamış oldular. Neyse, bu da olayın bir başka boyutu. Bu ülkenin çalışma biçimi. Önce yaptırırlar, sonra istedikleri gibi karar değiştirirler.
 Spor günü son birkaç yıldır milli tatil olmadan kutlanıyormuş. Hatta geçen sene Kaan’da böyle bir program dahilinde bir çok etkinlikte bulunmuştu. Ama hani okulun sportmen çocuklarının alınıp bir tesiste toplayarak, yarıştırılması üzerine bir spor etkinliği. Geride kalanlar okulda derslere devam ediyorlardı. Herkes de işinde gücünde. Bu yıl farkındalığı arttırmak, devlet olma yolunda bir ulusal gün daha yaşamak için  aniden 14 Şubat Spor Günü oldu ve her yer tatil oluverdi. En tatilsiz İnşaat şirketlerine kadar. Hatta gördüğümüz kadarı ile şirketler devletle samimiyeti bozmamak için maddi- manevi inanılmaz destek verdiler.
Arada söylüyorum. Ülkenin en önemli sağlık sorunlarından biri Obezite ve buna bağlı kalp-damar, kanser gibi hastalıklar. Çözüm yollarından en önemlisi spor yapmak ve sağlıklı beslenmek. İşte yaratılan bu yeni bayramımız sadece spor değil sağlıklı beslenme kültürünü de geliştirmeyi amaçlıyor.
Tabi ki eminim fikir Şeyha’mız Hanımefendiden gelmiştir.
Bir gece önce Kemal,  eve ertesi gün tatil müjdesi ile geldi. Bu sevinçle ertesi gün erkenden kalktım. Dışarıya bir baktım hava nasıl güzel anlatamam. Yılın ilk güzel günü. Tıpkı bütün dünyada olduğu gibi bu kış burada da kendi çapında epeyce soğuk geçti. (Gülmeyiniz lütfen. Sabahları ben işe giderken yaklaşık 6’C civarında oluyordu. Ama inat ettik yayıntı olur deyip ısıtıcı almadan geçirdik.)
Bendeki bu neşe ve coşku derin uykularında olan sevgili aile üyelerime pek sirayet etmemiş olacak ki tek nazımın geçtiği Kemal’i sökerek!!! yataktan kalkmasına yardımcı oldum.
Okuldan gönderilen etkinlik programının ekini açamadığım için nerelerde ne etkinlik var bilemiyoruz. Ama duymuştum Kornişte yani buranın kordonunda yürüyüş varmış. Yola koyulduk. Vardığımızda tüm Katar’ın orada olduğunu düşündük. O kadar kalabalık.  Çocuklar için ayrı etkinlikler hazırlamışlar. Şişme çocuk parklarından, basketbol potalarına, yüz boyamasından, etkinliğe katılanlara oyuncaklara kadar.  Yürüyüşe başladık. Ben hemen tabiî ki fotoğraf olayına girdim. Birisinden bizi foto çekmesini rica ettik  aaa bir baktık Türk arkadaşlar maile gelmişler. Hem de küçük çocukları ile. Bravo dedik.
Hava bize torpil yapmış. Ne alışık olduğumuz toz, duman, rüzgar, ne çok sıcak ne çok soğuk. Hatta normalde görmeye alışık olmadığımız  güneş bile gökyüzünde pırıl pırıl parlıyor. Yürüyüşe başladık. Yürüyüşün başlangıç noktasına ekip yerleştirmişler. Elinize küçük bir mühür vuruyorlar. 2 km. lik kulvar yapmışlar. Bittiği yerde bir mühür daha. Sonrasında üzerinde ‘’Qatar Sports Day’’ yazan tshirt, şapka  ödülünüzü alıyorsunuz. Kuyruk çok uzun. Ama bakınca kadınlara ayrı kuyruk olduğunu fark ettik. Hemen girdim sıraya ödülümü aldım. Hatta evde çocuklar var deyince 3 tane verdiler. Bize 2 km. az geldi. Devam ettik. Sanırım 10km. filan da yürüdük.
Yol boyunca yarıştan dönenleri gördük. Bizden önce koşu yarışı yapmışlar. Neyse ben koşamam zaten. Bu arada başlangıçtan bitişe kadar devlet ve özel şirketler stant kurmuşlar, su, elma ve muz dağıtıyorlardı. Dedim ya bu etkinliğin bir amacı da sağlıklı beslenme kültürü oluşturmak diye.  Örneğin,  hiç fast food standı yoktu. Yine dedim ya özel şirketlerde inanılmaz destek vermişti. Buranın meşhur süpermarket zinciri bir elmalar koymuş yemyeşil. Hani reklamlarda olur ya. Ye beni hissi yaratır. Aynen.
Yine buranın  devlet hastanesi koskocaman bir stant kurmuş tansiyon ve kilo ölçüyor, kan şekerine bakıyor ve çıkarken de elimize besinlerin kalori değerini gösteren bir tablo veriyorlar. Bakınca tabloya aman Allahım oluyorsunuz. Çıkışta kahvaltıya peynirli pizza söyleyecektik hemen vazgeçtik.
Bir diğer noktada müzik grupları müzik yapıyorlardı.
Katılım çok yüksekti. Her milletten, her cinsten, her yaştan insan vardı. Hatta en hareketsiz olan Katar’lılar bile. Buralarda çocukların bisiklete bindiğini pek görmezsiniz. Hatta 5-6 yaşındaki çocuğu hala bebek arabasında taşıdıklarına şahit olmuştum. Baktım bisikletli 3-4 yaşında bebeler. Bir başka Katar’lı ayağına şimdiye değin hiç görmediğim robotların ayaklarına benzer veya sakatlarda bulunan gibi bir yürüme aleti takmış. Ama sakat birisi değildi. Alet havalı bir şey.  Birazda bizim sirk cambazlarının bacaklarına taktığını andırıyor. Onunla yürüyor.
Ama yapmayan da yapmıyor. Arap olduğunu düşündüğüm bir amca  millet canhıraş biçimde spor yaparken 250 kiloluk gövdesi ile malak gibi uzanmış çimlere afedersiniz ama poposunu da spor yapanlara çevirmiş yemek yiyor. Manzara o kadar komikti ki. Arada piknik yapan Arap aileler de  gördük maalesef.
Şirketler araba tutmuşlar. Çalışanları ve ailelerine üzerlerinde şirketin isminin ve ‘’Qatar Sports Day’’ yazan Tshirt ve şapka dağıtmış yürütüyorlar. Bunun şirkete bir sürü faydası olduğunu düşündük Kemal ile. Devletin bayramını destekleyerek devletle arayı sıcak tutmadan, şirket reklamının yapılmasına hatta elemanlarda motivasyon oluşturmaya kadar. Çünkü gelenler daha çok Hintliler, Filipinlilerin çalıştığı şirketler olunca bu insanların gerçekten motivasyona ne kadar ihtiyaçları olduğu tartışılmaz bir gerçek. Çok akıllıca. Bir atışta on kuş vurmak derim ben buna.
Bizi yaklaşık 2 saat yürüdük. Arada fotolar çektirdik. Sonrasında kalbimiz ferahlamış olarak eve geldik.
Ben aslında öğleden sonra da şehrin spor merkezi olan Aspire Zone’a gitmek istedim de Kemal bayıldığı için gidemedim.

Ertesi gün işte konuşurken öğrendim. Tüm gün boyunca şehrin her tarafında etkinlikler olmuş. Hatta İslam Merkezinde bile. İnanılmaz.  Özellikle de Üniversitelerde. North Atlantik’teki hocam Susana’dan biliyorum. Dersler yoktu ama etkinliğe destek amacı ile hocaların okula gelmesi istendi.
Yine bu konuşmalar sırasında öğrencilerimizin pek çoğunun evden dışarı çıkmadığını duyunca doğrusu üzüldüm. Ama bazılarının erkek kardeşleri aktivitelere katılmış. Bir de komik bir şey söylediler. Yapılan koşu yarışı iptal edilmiş, çünkü yarışmacılardan çoğu kulvarları terk edip kısa yollardan gidince skorlar alt üst olmuş.
Geçenlerde Hürriyet Gazetesinden Yonca Tokbaş’ın bir yazısını okudum. Kendisi Dubai’de yaşıyor. Buraların spor anlayışını anlatan bir yazı. Çok hoşuma gitti. Ekliyorum. http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/19876824.asp
Hem yaşadığımız spor günü hem de Yonca Tokbaş’ın yazısı ardından Türkiye’de son zamanlarda yaşanan 19 Mayıs Bayramı kutlamaları kararını düşündüm. Geriye doğru gidişimiz o kadar çarpıcı geldi ki bana. Burada insanlar Spor’un değerini yeni keşfederken biz 96 yıldır kutladığımız spor bayramından  vazgeçiyorduk.
Olayın bir başka boyutu spor’un ve Türkiye’deki 19 Mayıs Kutlamalarının anlamı, yapılış biçimi. Evet bizde spor zevk alma değil yarıştır. Hazmetme değil, her türlü kirli oyuna da zemin hazırlayacak denli kıyasıya rekabettir. Nerede kalmış olayın dostluk ve bedensel, zihinsel gelişmeye destek olması boyutu. Peki böyle yapıyoruz da sporda çok başarılı olabiliyormuyuz? Büyük klüplere bir bakın hep devşirme sporcular. Kalıcı olmaktan çok,  günü kurtarmaya yönelik adımlar.
19 Mayıs kutlamaları nasıl çıkmış. Geçenlerde bu konuda bilgilendirici bir mail aldım. Onu  ekliyorum.
 akp hükümeti 19 Mayıs Bayramı’nı kaldırmak için düğmeye bastı.
Nazlı Ilıcak CNN TÜRK’teki “Dört Bir Taraf” programında 19 Mayıs törenlerinin Nazi Almanya’sından örnek alındığını söyledi.
Ne yazık ki Altan Öymen bir yanıt veremedi. Oysa…
Soner Yalçın Hürriyet gazetesinde kaleme aldığı yazısında, 19 Mayıs Bayramı törenlerinde gençlerin neden beden eğitimi yaptıklarının tarihsel sürecini anlatmıştı.
12 Mayıs 1916’da Kadıköy İttihatspor (bugünkü Fenerbahçe) sahasında Darülmuallim’in (Erkek öğretmen okulu) öğrencileri Selim Sırrı (Tarcan) nezaretinde Osmanlı tarihinde ilk kez toplu halde beden terbiyesi/eğitimi gösterisi yaptılar.
Ne Nazi Almanya’sı?
Bu “Jimnastik Şenlikleri” adı verilen törene katılan öğrenciler arasında Altan Öymen’in babası Hıfzırrahman Raşit Öymen de vardı!
12 Mayıs 1916’dan sonra bu beden eğitimi bayramı her yıl mayıs ayının üçüncü Cuma günü “Jimnastik Şenlikleri”, “Mektepler Bayramı”, “İdman Bayramı” adı altında düzenlendi. Gösteriler Cumhuriyet’in ilanından sonra da sürdü. Günü değişmekle birlikte hep mayıs ayı içinde yapıldı. 1936 yılında “İdman Bayramı” şenlikleri ilk kez 19 Mayıs gününe geldi.
Ve bu sebeple, 20 Haziran 1938’de, ulusal bayram ve genel tatiller hakkında 2739 sayılı kanuna ek yasayla, Gazi Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktığı 19 Mayıs (1919) günü Gençlik ve Spor Bayramı olarak ilan edildi. Öneriyi getiren Beşiktaş’ın efsane futbolcusu Ahmet Fetgeri Aşeni idi…
Nazlı Ilıcak TV’de herkesin gözünün içine baka baka yalan söylüyor. Ve ne kadar kolay “Nazi” sözcüğünü azına alıp bir tarihi lekeleyebiliyor.
Evet, nasıl bu kadar kolay itham ediyorlar
Doğrusu ben de tarihçeyi bilmiyordum.
Bence en büyük eksiklik bu güzel bayramın halka indirilememesi.  Bildiğiniz üzere bu bayrama sadece devlet okullarında hatta daha çok kıyıda köşedeki okullarında okuyan bir kısım öğrenci katılır ve ikinci dönemin yaklaşık yarısında talim yapmak için okuldan dolayısı ile de derslerinden epeyce uzak kalırlar. O nedenle de lisenin ilk iki sınıfı görevlendirilir. Çocuklar askeri disiplinle, son derece zevk almadan ellerinden geleni yapmaya çalışırlar.
Diğer ülke vatandaşları için 19 Mayıs sadece tatil demektir. Hele hafta sonu ile birleşirse de yemede yanında yat durumu.
Bu bayram ilk defa ilan edildiğinde tabiki Türkiye’nin o günkü şartlarında düşünüldüğü için toplumda spor bilincini oluşturmak için inanılmaz bir farkındalık yaratmıştır. Ama şimdi aradan geçen bunca zaman içerisinde günümüz koşullarına adapte edilip halka indirilemez miydi? Tıpkı burada olduğu gibi rekabet etmeden ailecek spor yapılacak güneşli bir Mayıs günü olarak kutlanamaz mıydı? Kutlamaların kaldırılması geriye gidiş değil midir?
Bir dönem kızların kıyafetlerine takmışlardı. En son artık toptan kaldırmaya karar verdiler.
Bunları düşününce ‘’eller aya biz yaya’’ atasözümüzü hatırladım.
Son olarak Spor günü ile ilgili burada halk arasında yapılan geyiklerden de söz ederek sizde yazımı yüzünüzde gülümseme ile ben de ise  spor gününü her boyutu ile etraflıca anlatabilmiş olmanın   mutluluğu ile bitireyim.
Biliyorsunuz 14 Şubat aynı zamanda Sevgililer günü. Ama yerel halk böyle günleri kutlamak istese de kutlayamıyor. Expatlarda ise bir telaş bir üzüntü. Örneğin benim İngiliz bölüm Başkanımın tasası bizi gerdi.  Kocasına hediye almaya vakti yok, çocuğu ne yapacaz kutlamalar sırasında vs. vs. post modern sorunlar…İşte bu nedenle expatlar arasında ‘’Devlet çaktırmadan günü tatil yaptı bizi mutlu etmek için’’ dendi.
 Eee  peki halk bunu nasıl kutlayacak. Onlar da Sevgili+Spor= Çocuk olarak kendi versiyonlarını oluşturup zaten kalabalık olan ailelerine bir üye daha ekleyerek tabiki’’ geyikleri ile çalkalandık.
Not: Çektiğimizi zannetiğimiz onlarca fotografı makinayı ters tutarak ve kamera modunda çektiğimiz için görüntüler çok anlamsız olmuş. Üzgünüm ama foto ekliyemiyorum.
Resimler  internetten ben çekmedim..