Monday 22 October 2012

3)Londra Günleri


3)Londra Günleri

20 gün süren seyahatimi üç eşit parçaya böldüm. 1. Hafta Londra’da olacaktım. Londra’yı yalnız başıma, rutin olmayan yerleri gezerek, yaşayacaktım. 3. Hafta Kaan ile tekrar Londra’yı gezeceğim için bu hafta Kaan’ın ilgisini çekmeyecek yerleri gezmeyi planladım. 2. Hafta Athya ile ülkeyi baştan aşağı gezecektik. 3. Ve son hafta ise Kaan ile Londra , müzeler, müzikaller,Thames  filan ile klasik Londra turu yapacaktık.

İşte bu yazımın konusu tek başıma gezdiğim Londra.

Benim için çok hoş bir deneyim oldu. Açıkçası, Athya da dahil olmak üzere herkes ‘’aman dikkat et, suç oranı çok yüksektir bu şehrin özellikle de Metro geç saatlerde çok tehlikelidir’’ dediği için her ne kadar gerilsem de, kabıma sığamayıp cesaretimi toplayarak, ilk günden ‘’kendim gezecem’’ dedim. Neden; Birincisi, dünyanın merkezlerinden biri olan bu büyük şehirde yol bulma, keşfetmeyi deneyip kendi sınırlarımı görmek istedim. İkincisi, anladım ki ben en çok yalnız gezmeyi seviyorum. Gezerken kendi hedeflerim var, ibadet gibi onları yapmak bazen de kafama göre hayata takılmak istiyorum. Ya da yemek benim için çok önemli değil. Ancak çok özel şeyler bulursam zevkle vakit ayırıyorum. Kahve ritüellerim var. Ondan kesinlikle taviz vermiyorum filan. Bu istediğim şeyler yanımdakine saçma gelebilir. Dolayısı ile kimseye bir şey açıklamak zorunda kalmadan gezmek benim için en tatmin edici olanı. Benim gibi düşünmeyen birine, hatta yalnızlıktan hoşlanmayan birine bunları açıklamak zor. Ve yanımdakini mutsuz etmemek için kesinlikle çok uyumlu olmaya çalışıyorum ama bu seferde ben mutlu olmuyorum. Ama neyse ki bunu kırmadan başardığımı düşünüyorum.

 
İngiltere’de beni en çok ama en çok ne etkiledi diye soracak olursanız cevabım hazır. Yolların ters yön oluşu ve sağdan kullanılan arabalar. Hiç alışamadım. Bu konuda bu kadar rigid olduğumu hiç tahmin etmezdim. Bu ne demek? Son güne kadar oturmak için hep arabaların şoför tarafına yöneldim, arabanın içinde hep kendimi streste hissettim sanki ters yönde gidiyoruz da her an  biri bize çarpacakmış gibi. Karşıdan karşıya geçerken her an bir araba tarafından çarpılabilirdim çünkü hep ters tarafı kontrol ettim.  Yollarda yerlerde kocaman harflerle yazılmış ‘’sağa bak, sola bak veya her iki tarafa bak’’ gibi yazılar görüp gülmüştüm. İçimden ‘’bunlar yürüyen insanları salak mı zannediyorlar ‘’ diye. Demek’’ benim gibi salak olmayıp acemiler için yazılmış’’ dedim. 
Allahtan, trafik çok uygardı. Şoförler yol kenarında beklediğinizi görünce bile hemen duruyorlar. Düşünün Türkiye’yi kim geçecek yarışı vardır. O an biz bu yaşa şans eseri gelmişiz diye düşündüm.

 Aklıma çalıştığım okuldaki İngilizler geldi. Onlara kocaman bir ‘’BRAVO’’ dedim. Katar’a geldiklerinde hem soldan direksiyona , hem de Qatar’ın vahşi trafiğine alışmak zorundalar diye düşündüm. Katar’da kavşaklara daha yeni yeni ışık koymaya başladılar. Kural soldan gelene yol vermek. Ama Katar’lı , Arap ve Hintliler için farklı bakış açıları ile hayatlarında kural yoktur. Bu nedenle çok dikkatli olmak gerekiyor. 

İkinci etkilendiğim konu ise, trafiği, stresi ve kalabalıklığı ile LONDRA METRO’su oldu.  Planı o kadar meşhur ki  Tşört, bardak vs. gibi bilumum hediyelik üründe yer alıyor. Başta küçük bir açıklamadan sonra söktüm. Avucumun içi gibi denir ya o hale geldi benim için. Ancak çok pahalı. En kısa seyahat 2 £ civarında. Metroya çok para harcadık. Zaten Londra çok pahalı bir şehir.

Metro’nun bir diğer özelliği ise yoğunluğu. Ben oluk oluk diye tanımlıyorum. Her cins, din, renkten insan. Belki 700 dik upuzun yürüyen merdivenden yukarı doğru çıkarken bir bakıyordum inanılmaz bir manzara. Kıyafetler en moderninden  en gelenekseline müthiş geniş bir spektrum sergiliyordu.  Ama hiç kimse kimseye yan gözle bile bakmıyor. Öncelikle herkes okuyor. Ne mi? E-booklar cok popüler, ipad ikinci sırada, sonra benim de kısa sürede müdavimi olduğum sanırım Belediye tarafından metroların girişine konulan bedava metro gazetesi  var ki şehirde ne olmuş bitmiş haberiniz oluyor, daha sonra kitap, dergi ne varsa okuyorlar. Kimse yan dönüp etrafta ne oluyor diye bakmıyor. Okumayan azınlıkta ilginç manzaralar gördüm. Makyaj yapanlar hem de gayet detaylı bir şekilde, meditasyon yapanlar ve uyuyanlar.

Metro’nun stresi hakikatten beni strese soktu. Gezimin en stresli boyutu idi. Sürekli anons var. ‘’Dikkatli olun, eşyalarınızı kollayın, şüpheli kişileri bildirin vs.’’ Sanırım 2007’ydi Londra metrosunda patlama olmuştu. Hatta benim de arada kullandığım istasyonda. Olimpiyatlar öncesi böyle bir dikkat çekmeden korkuyorlardı.

İlk gün gezim sırasında Royal Albert Hall’un önünde yaşlı bir beyefendi o akşam konser için biletini satıyordu. Hem de kolayca satmak için ucuza. Ama konser 7’de başlayacak ve ne zaman bitecek belli değil. İlk günün acemiliği ve Athya’nın benim için tedirgin olup defalarca araması nedeni ile cesaret edip alamadım. Çok pişman oldum sonradan. Böylece Royal Albert Hall konseri dinleyemeden geldim. Ama ikinci günden itibaren her akşam biraz daha geç gelmeye başladım.

Bir de sırt çantam oldukça ağırdı. Değişen hava koşullarına göre hazırdım, profesyonel kameramın ağırlığı ile birlikte yaklaşık 10kg.’ı buluyordu. Bu yükü stres ile taşımak olunca çok ciddi sırt ağrıları çektim. Omuzlarım çöktü desem yeridir. Türkiye’ye geldikten sonra bile uzunca bir süre gerginliğimi atamadım.

İngiltere’nin benim için bir ilginçliği günün akşam saat 9;30’a kadar havanın aydınlık olmasıydı. Bu bana dışarıda kaldığım süreyi uzatmak açısından avantaj getirdi. 3. Haftada kuzeye gittiğimizde bu aydınlığın gecenin 11- 12’sine değin olduğunu görünce hayretimiz bir kat daha arttı. Hemen bulunduğumuz enlemi beyaz geceleri ile meşhur St. Petersburg ile karşılaştırdım. St. Petersburg 1-2 enlem kuzeyde gibi. Oranın aydınlığını hayal edemedim doğrusu. Görmek lazım.

 

Akşamın 9;30’a kadar uzaması bulunduğum süreye denk gelen Ramazan’da oruç tutma süresini oldukça etkiliyordu. İftar saat 9, sahur gece saat 2 olunca hakikatten Allah Müslümanların sabrını ve iradesini deniyor diye düşündüm. Athya ve ailesi çoluk çocuk  hiç hiç yüksünmeden tutuyorlardı .  Ama benim sevgili arkadaşım benimle olduğu günlerde tutmadı. Sonradan telafi ederim dedi.

 

Onun dışında Londra’nın diğer Avrupa şehirlerinden çok fazla farkı yok. Tipik, tarihine sahip çıkmış hatta bunu çok çok güzel pazarlayan bir şehir. Ama açıkçası çevre bilinci orta Avrupa ülkeleri gibi yüksek değildi. Daha pisti. Bana biraz İstanbul’u hatırlattı. Kendine has düzensizliğinin bir düzeni var gibiydi. Bunda Avrupa ülkelerine göre kalabalık nüfusunun etkisi büyüktür sanırım. Thames nehri beni hayrete düşürdü. O kadar pis ve bulanık. Bir zamanlar ki bizim Haliç gibi. Hiç yakıştıramadım. Hatta yaptığımız tekne turundan da pislik nedeni ile de hiç etkilenmedim.

 

Hoşuma giden ve değişik gelen bir özellik, insanlar meydanlarda, parklarda, bahçelerde bulunan en meşhur tarihi eserlere tırmanıp üzerlerinde oturuyorlardı. Benim gibi çimlere basılmaz kültürüyle büyüyen biri için ilginç bir deneyimdi ve bunu ben başka bir ülkede de görmemiştim.

 

Londra’yı işe gidiyormuşçasına gezdim. Athya, şaşırıyordu. Onlar sabahtan okullarına gidiyorlardı. Ben de onlarla kalkıp sabah 7’lerde yola düşüyordum. Ama dönüşte mesaiye kalır gibi 10-10,30 gibi geliyordum. Saatlerce yürüdüm. Hatta tırnağım düştü. Doha’da yürümeye alışkın değiliz. Ayak ağrısı, sırt çantamın ağırlığı ile birleşince ilk günler ağlayacak gibi oldum. Ama vazgeçmedim. Doha’daki parmak arası terlik versiyonundan dağ ayakkabısına geçmek çok acıklıydı. Ama her şeye rağmen direndim, pes etmedim. Kendimi ara ara ödüllendirdim. Sık sık kahve molaları verdim.  Hatta bir keresinde China Town’ı gezerken gördüğüm ilan üzerine dalıp ayak masajı yaptırdım ki bu benim için resmen dönüm noktası oldu. Bundan sonra ağrılarım azaldı. Sürdükleri yağlar bırakın ağrıdan eser bırakmayı resmen bana uçuyormusum duygusu verdi. Meğerse kız 2 yıl Çinde bir hastanede özel eğitim almış birisiymiş. Ayağınızın belirli noktalarına parmağı ile bastırarak verdiğiniz tepkiye göre hastalıklarınızı söylüyor. Doğru dürüst İngilizce bilmeyen Çinli bir kız. Muhteşem bir deneyimdi.

 

Kahve molarıma da bayılıyordum. Bu gezimde benim için en büyük değişiklik telefonumun internet bağlantısının verdiği tüm uygulamaları büyük bir zevkle kullanmaya başlamak oldu. Dolayısı ile FB mail,what’s up, skype  ile gezimi online izlenebilir hale getirdim. Yazdım, resim çekip ekledim, gönderdim. Bu kahve molaları işte bu işler için beni epey oyaladı. Vaktin nasıl geçtiğini anlamadım, hatta dış dünya ile ilişkimi kestim. Daha sonra 2. Hafta Athya ile yaptığımız kuzeye yolculukta hobimi ona da aşıladım. İkimizde yeni yetmeler gibiydik. Ellerimizde telefonlar. Yeni bir şey mi gördük, hemen resim çek yaz gönder, sonra yorumları bekle. Biz buna ‘’Teenager time’’ dedik. Bu konuda onunla çok iyi anlaştık. Aklı başında biri bu durumdan sıkılabilirdi ki ikimizin de gezi sırasında çok şükür aklımız başımızda değildi. İnanılmaz hoşlandık. Eğlendik. Tavsiye ederim. Bu arada gençleri çok anladık.

 

Londra dediğim gibi çok güzel pazarlanan bir şehir. İnanılmaz turist var. Bu durum Olimpiyatlar yaklaştıkça daha da arttı. Subjektif olarak  Avrupalılar daha çokmuş gibi geldi. Sonra Amerika.  Sonra İngiltere dil eğitimi okulları ile çok meşhur. Dolayısı ile öğrenci turist çoktu. Ama aynı hafta içersinde hem Cambridge hem de Oxford’a yapmış olduğum gezilerde gördüğüm öğrenci çokluğuna inanamayacaktım. Dolayısı ile ülke kışın normal eğitimi, yazın da dil eğitimi pazarlamasını çok iyi yaptığı için öğrencilerle dolup taşıyor. Resmen bir sektör. İngilizcenin gücü.

Bizde yaptığımız incelemelerde gördük İngiliz okulları ve dil eğitimi açısından Avrupa’ya göre çok pahalı ve süresi uzun. Üniversiteler için örneğin Mimarlık’ta yıllık 30,000 £ ‘lardan söz ediliyor hem de 7 yıl. Buna karşın Avrupa ülkeleri parasız ve 3 yılda mezun olabiliyorsunuz. Ama İngiliz okullarının çoğu  ekol yaratmış okullar. Son derece prestijliler.

 

Bu hafta gezdiğim Londra’nın meşhur iki bölgesi China Town ve Soho bende tamamı ile hayal kırıklığı yarattı doğrusu. İkiside alabildiğine turistik ve yüzeysel. Hadi China Town ne ise de Soho’da sanat adına bir tane bile yer kalmaması ilginçti. Çoğunluk sex shop olmuş, geride birkaç vintage dükkan vs. Nerede o meşhur sanat galerileri. Denilen o ki başka bir yerlere taşınmışlar. Kimsenin de bildiği yok.

 
 

 
Yalnız burada gördüğüm bir harita dükkanı hakikatten ilginçti. Hiç bu kadar çeşit haritayı bir arada görmemiştim. Yer, tavan dahil her yer dünya haritası şeklinde 3 katlı bir bina içerisinde her katta 2 anakara olmak üzere dağılmış yüzlerce çeşit, boy harita. Burası sanırım bir yayınevine ait bir yerdi. Ve çok tarihi bir binaydı. İçinden çıkasım gelmedi. Hatta sanırım biraz fazla resim çekince bana bir gazete veya dergiden gelip gelmediğimi sordular. O yerlerdeki marley türevi döşemeye dünya haritasını nasıl işlemişler diye düşündüm. Çok özel bir görünümdü.

 

Gittiğimin ikinci günü doğum günümdü. Athya’ya doğum günüm olduğunu söylememiştim. Ama sabah yüzümü yıkamadan onların pasta sürprizi ve şarkısı ile karşılaştım. Kızlar yanaklarıma iki taraftan kondurdukları öpücüklerle bana pastayı üflettiler. Böylece sabah saatin 7 olması nedeni ile hayatımın en erken doğum günü kutlamasını yaşamış oldum. Yola bu kez Athya ile çıktık. Onlar okul ile müze gezeceklerdi. Bana ‘’sen de bize takıl istersen hem de bu arada benim okulu da görürsün’’ dedi. Çalıştığı okul ilginç. King Fahad Akademi. Kız okulu ve Suudilerin. Yani benim okulun Londra versiyonu gibi. Sevinerek kabul ettim. Ben, gayet lüks bir okul beklerken inanamadım sıradan bir okulla karşılaşmama. Nerede o Suudilerin şatafatı. Ayrıca bu okulda erkek öğretmenler çalışıyor olması da ilginç. Çok az öğrencisi var ve benim Katar’daki okulumda olduğu gibi öğrencilerde yoğun davranış bozukluğu, disiplinsizlik problemleri var. Ama bu kızlar ne de olsa Avrupa suyu içmiş olduklarından durumları bizdeki kadar vahim değil. Bir de bunlar ne de olsa Londra’da görevli memur çocukları. Bizimkiler çoğunluk patron çocukları. Arada gelir seviyelerinde önemli farklar vardır. Athya beni okulda Laboratuvarlardan sorumlu kişi ile tanıştırdı. Bu kişi Alman ile evli bir Hintli idi. Hiç Alman ile evli Hintli duymamıştım . Acayip bilge duruyordu. Benim aynı işi Katar’da yaptığımı ve Athya ile oradan tanıştığımızı ta Londra’ya gezmeye geldiğimi duyunca çok şaşırdı.

 

O hafta Londra’da okulların son iki haftasıydı. Bu dönemde okullar geleneksel bir  şekilde çocukları müzelere ziyarete götürürmüş. Şikayetler üzerine bu müzeler ücretsiz olmuş son birkaç yıldır. Büyük kolaylık. İşte eğitimde fırsat eşitliği dedim. Biz Athy’ların okulu ile kısaca V&A müzesi olarak bilinen  Viktoria &Albert müzesine gittik.  Adı Kraliçe Viktoria ve Prens Albert’tan geliyor. Sanat ve tasarım müzesi olarak geçiyor.  Hakikatten içerisinde sanat ürünlerinin yanı sıra çok güzel çizim odaları da vardı. Eğitim de veriyorlar sanırım. Kıyafetlerden tasarım ürünlerine kadar  her şey vardı içerisinde. Yerdeki mozaikler tam bir sanat harikasıydı. İçindeki ürünler ile konusunda en iyiyiz diyorlar. Mutlaka gezilmeli dedim. Sağolsun Athya’nın sevgili Suudi öğrencileri hiç ilgilenmediler. Oysaki kızların ilgisini çekecek eskiden günümüze kıyafetlerdeki değişim bölümü bile olmasına rağmen.
 
 


Gezerken müthiş güzel bahçesini  ve içerisindeki minik kafeyi keşfettim. Kaçırırmıyım hemen kahvemi ve yanında küçük aperatifleri alarak dinlenme bölümüne geçtim. Bahçe tarihi Londra tuğlası ile kaplı binalarla çevrili avlusuda  etraf eflatun pembe  tonlarında  yüzlerce ortanca çiçeği ile dolu.
 
 Çocukları eğlendirmek için fıskiyeler var. O soğukta 4-5 yaşlarında iki kız çocuğunu yarı çıplak vaziyette, tamamen ıslanmış olarak suyun altında oynarken görmek ilginçti. Nasıl mutlulardı anlatamam.  Yine çocuklar eğlensin diye dönen sandalyeler yapmışlar.
Sonuçta, hedef gerek kafeleri gerekse bu tür eğlenceleri ile herkesi müzelere çekmek, müzeleri sıkıcı olmaktan uzaklaştırmak.

 
Ben daha sonra Athya ekibinden ayrıldım. Yola yine aynı bölgede bulunan Science müzesini ziyaret ederek devam ettim. Burası bugüne değin gördüğüm en büyük ve donanımlı Science müzesiydi. Çok geniş bir alana yayılı 6 katlı bir bina. Her katının içeriği farklı. Bilgisayardan başlayıp, veterinerlikte bitiyor. Kimya bölümü muhteşemdi. Bir de Bilgisayarın ilk mucitlerinden  adamın ilginç ve acıklı hayat hikayesi. Kocaman bir oda büyüklüğünde ilk bilgisayar. Şimdi elimizdeki telefonlar kadar olduğunu düşününce gelinen nokta hayaller ötesi. Gerçek uçaklar, otomobiller, trenler. Çocuklar için interaktif science oyunları  her şey var. Öğrenciler kendilerinden geçmişçesine mutlu ve konsantreydiler.

 
 


Gezmem saatler sürdü. Yorgunluktan bayıldıkça kendime küçük kahve molaları verdim. Kafeler muhteşemdi.

Oradan çıktım karşısındaki Tarih müzesine. Dinazorlar, uzay her şey var.
 

3 müzeyi gezerek akşamı ettim. Arada bol bol kafe seromonilerinde doğum günü kutlamalarımı aldım. Cevapladım. Aldığım enerji ile ‘’ya bismillah’’ deyip gezmeye devam ettim. Dediğim gibi benim için çok sıra dışı ve spontane bir doğum günüydü. Çok hoşlandım ve kendime her yıl başka bir yerde olmak üzere böyle böyle bir  hediye vermeye  karar verdim.

Londra müze cenneti. Gerçekten her konuda müze var. İtfaiye müzesine kadar. Benim için bu Londra’nın diğer şehirlere göre en ilginç boyutlarından biriydi. İnsan kendini kaybediyor. Sergi ürünleri çok sıra dışı olmasına rağmen yine de büyükleri, küçükleri düşünerek her türlü interaktif uygulamalar , kafeler ve eğlence merkezleri, satış dükkanları ile ortamı daha da ilginç hale getirmeyi başarmışlar.

Bunun dışında bana çok meşhur pazarı var dediler gittim. Şehrin taaa öbür ucu. Herkes aynı bilgiyi almış herhalde ki nasıl kalabalık. Benim için tam bir hayal kırıklığı. Her şey aynı. Turistik birbirinin aynı yüzlerce ürün. Bizim pazarlardaki ürünler orada satılanların yanında Chanel.

Genelde tüm hediyelik eşyalar Çinli malı ve pahalıydı. Mümkün olduğunca almamaya çalıştım.

Bu hafta içerisinde bir gün Cambridge bir gün de Oxford’a gittim. Ama onlar ayrı bir yazı konusu. Kısaca geçmek istemem.

Geriye kalan 4 günü kısaca anlatmaya calıştım.

 

Yazının başında da bahsettiğim üzere, kafama göre takılmam, sıra dışı bir doğum günü yaşamam nedeni ile bu benim 3 haftalık seyahatimin en güzel haftası oldu.

Gelecek yazımın konusu Oxford ve Cambridge City ve Universiteleri olacak. Takibe devam.

Friday 19 October 2012

Yolculuk...


                                                                                                                                                              19/10/2012

2) Yolculuk…

Macera benim göbek adım. Dolayısı ile yolculuğum da yine maceralıydı. Uzun uzadıya anlatmayayım kısaca THY’nin elemanlarının grevi nedeni ile Uçak Doha’dan geç kalkınca, İstanbul – Londra uçağını kaçırdım. Aylar sonrasında memleketime inmenin mutluluğunu yaşayamadan, koş oraya koş buraya oldum ve tüm çabalarıma rağmen uçak kaçtı. Neyse, allem ettim, kalem ettim bir sonraki uçakta yer bulabildim. Hem de kimin yanında inanmazsınız. Yalan Dünya’daki Orçun’un yanında.
 Doha’daki evimizde Türk televizyonlarını iki kanal dışında izleyemiyoruz. Dolayısı ile Yalan Dünya’yı da. Dizideki tipleri çok iyi tanıyamıyorum. Ama 1-2 izlediğimden biraz aşinayım diyeyim. Uçağa bindim her taraf öğrenci. Hem de Lise. Hani çocuklar yazın İngiltere’ye dil okuluna gönderilir ya işte bizim uçak bu çocuklarla dolu. Sanırsınız okul. Neyse, tüm gece boyunca uçmanın verdiği yorgunluk ayrıca sabah uçak kaçırma stresi nedeni ile yerime çöktüm diyeyim ki ne halde olduğumu anlayın. Son anda yer bulunduğu için yerim tam acil çıkış kapısı. Otururken de yanımda birisi var ama hiç dikkat etmedim. Neyse, yerleştikten epey bir sonra, baktım herkes bana  yok – hayır  yanımdakine bakıyor ve birbirine gösteriyor. Bu arada biz de sırada sadece ikimiziz Orçun ile. Ay bunlar nereye bakıyorlar, bu kim derken etraftan ‘’Hiiii  Orçun, Ayyy Orçun, yaaa Orçun’a bak’’’ seslerini duymaya başladım. Şöyle dönüp yüzüne doğru bir bakınca benim gördüğüm sadece bir orman kaçkını oldu. Gerçekten görünüşü‘mahallenin delisi ile orman kaçkını’’ arasında bir yerde olan  insanımsi bir şeydi. Saç-sakal birbirine karışmış, kıyafet dökülüyor ve en önemlisi asker yeşili tonlarındaki hırpani kıyafetin altına kanarya sarısı çorapları ile oldukça çarpıcı bir görüntü sergiliyordu. Ayakkabılarını çöpten mi bulmuş acaba dedim o kadar eski. Acayip iletişim problemi varmış gibi duruyordu öylesine içe kapanık. Çoğu ünlü gibi kimseyle diyaloğa geçmek istemeyebilir ama bulunduğu durum resmen ruhsal hastalığı varmışçasına içe dönük gibiydi.  İçimi karartınca  biraz sonra da ben kalkıp yerimi değiştirdim.

Hava açık olduğu için camdan tüm yolu izleyebildim. Çöl hayatımızdan sonra uçaktan da olsa yeşile, nehire bakmak iyi geldi. Kil rengi topraklardan sonra, çöp eksen bitecek denli verimli kızıl kahve Avrupa toprakları…

İnişten az önce,  Manş denizinde yüzlerce rüzgar değirmeni görmek oldukça ilginçti. Denizin ortasında ilk kez rüzgar değirmeni görüyordum. Nasıl bunları buraya diktiler diye epeyce düşündüm. Deniz de soğuk  olduğunu gözümüze sokmak istercesine  grimsi bir renkteydi.  Deniz trafiğinin yoğunluğu ise oldukça çarpıcıydı. Eee ne de olsa bu deniz, adanın Avrupa ile bağlantı noktası.

Heathrow Havaalanı, bizim İstanbul’dan sonra pek külüstür geldi doğrusu. Yerde mozaikimsi klasik , çocukluğumun yer karoları. Ama havaalanının trafiği başdöndürücü yoğundu. Daha önce New York’ta da dikkatimi çekmişti. Aynen. Ölçtüm her dakikada bir uçak indi. Hani pilot biraz ağır kalsa yolcuların hali yaman.  Gittiğim dönemde  Olimpiyatlar’ın başlamasına 3 hafta daha süre olduğu için, Olimpiyatların,yoğun trafiğe etkisi olduğunu sanmıyorum.  Yani normal Heathrow modu.

Girişte sadece niye geldiniz, nerede kalacaksınız sorularını sordu görevli. Hemencecik kabul edildim. Rusya’dan, aynı uçakla geri gönderilmişliğim olduğu için artık girişlerde tedirginim. Katar’ a girerken bile sorun yaşamışlığım var biliyorsunuz. İngilizlerin snobluğu meşhur. Her an bir aksilik olabilire çok hazırdım. Çok şükür ki İngilizlerin ekonomik çöküşünün etkisi ile rahatlıkla geçtim.

Bilindiği üzere, İngiltere Olimpiyatları çökmüş ekonomilerine bir ilaç olarak görmekteydi. O nedenle gerek vize, gerekse ülkeye girişte turistlere mümkün olduğunca problem çıkartmamaya çalışıyor izlenimi edindim. Tabiki öğrenci vizelerini bu işin dışında tutarak.(daha önce bahsettiğim nedenle).

Ülkeye bu kez macerasız girmenin gururu  ile beni sabahtan beri karşılamak için telefonun ucunda sabırla bekleyen , her değişiklikte, tamam canım ben beklerim diyen Sevgili arkadaşım  Athya’yı aradım.

Saturday 13 October 2012

UK maceraları


 





UK MACERLARI…

Bölüm 1) Vize çilesi…

Kaan’ın Oxford ve Cambridge’deki  IB yaz okullarına gitme işi kesinleşip, Londra’da yaşayan sevgili arkadaşım Athya’nın da; hadi ama gelmiyormusun?demeye başlaması ile gitmeyi düşünmeye başladım.
Kararımı almamda Başbakan Cameron'ın gazetelerde okuduğum bir demeci son noktayı koydu. Cameron ''Türkleri, Olimpiyatlara bekliyoruz'' diyordu. Yazıyı mutlulukla üzerime alındım. Hemen haberi Kemal'e ilettim. Koskoca Başbakan biz Türkleri özel çağırıyor davete icabet etmemek olmaz'' deyip gitmeye karar verdim. Hiç bunu ülkenin ekonomik sorunlarına çıkış yolu bulmak için Başbakanın her ülkeye yaptığı bir  jest olarak düşünmedim. Vatanım uğruna kendimi yola attım. ;)))

Aslında benim gibi seyahat etmeyi seven biri için, İngiltere’ye gitmek, baştan beri düşündüğüm bir şey olmasına rağmen vize işlemleri  gözümü korkutuyordu. İngiltere’nin haberi yok ;))) ama ben Türkiye’ye vize uygulayan ülkelere küsüm. (Tavşan dağa küsmüş durumu). Yıllar önce yakın bir arkadaşımın Ingiltere’ye vize başvurusunu hatırlarım. Kan kusmuşlardı. Kendimiz de en son Kaan’ın başvurusunu yaparken yaşadık. İnanılmaz sorular dizisi. Zannedersiniz ülkeyi satın alacaz. Dahası, randevu ile başvuruya gitme ve 125$’lık başvuru ücreti. Ha bir de randevunuzu kaçırırsanız başvuru ve paranız da yanıyor.

Kaan’ın  Oxford ve Cambridge Üniversitelerinin davet yazısı olduğu halde vizeyi alması tam 5 hafta sürdü. Tesadüf bu ya Bölüm arkadaşım Jaime’nin kız kardeşi İngiltere’de Dış İşleri Bakanlığında Vize bölümünde hem de öğrenci vizeleri bölümünde çalışıyormuş. Jaime arada ona soruyordu. O da bize o masada, bu masada hala bekliyor diyordu. Bize şu masada bu masada bekliyor dendiği için Qatar’daki vize ajansına telefon etmeyi bırakmıştım. İçime sinmedi bir süre sonra hadi bir arayayım dediğimde bir baktım bana ‘pasaportunuz 1 haftadır vizesi alınmış şekilde burada bekliyor demesinler mi?’ Kime inanacağımızı şaşırdık.  Hakikatten de vize alınan tarih 1 hafta öncesini gösteriyordu.
Kaan'ın vize başvurusu sırasında öğrendik ki İngiltere Dışişleri Bakanlığında ekonomik kriz nedeni ile eleman azaltımına gitmiş. İşlerin aksamasında bir de böyle bir etken varmış. Düşünebiliyormusunuz, ah zavallı bir zamanlar üzerinde güneş batmayan İngiltere... Bu hale geleceği düşünülürmüydü? Hem de Olimpiyatlar öncesi.
Ben Kaan öğrenci ve kapı gibi Oxford ve Cambridge Üniversiteleri  davet mektubu var hemen vize alır diye düşünürken yanılmışım. Çünkü İngiliz arkadaşların dediğine göre kaçaklar en çok öğrenci olarak ülkeye giriş yapıp, sonrasında kayboluveriyorlarmış.

Tüm bunları bilerek, derin bir nefes alarak, benim için başvuruya yaptık. Canım Kemal’im sağolsun benim için tüm bürokratik işlemleri yaptı. Sanırım, ben hayatta o sorular sinsilesinin altından kalkamazdım. Sinir sistemim ele vermez.
Neyse, tüm bu negatif ve gerilmiş duygularla yapmış olduğumuz başvurumuzun sonucunu inanılmaz cabuk tam 1 hafta içinde aldık. Hatta bir de komik bir extra para vererek vize işlemlerinin her aşamasından mesaj aracılıgı ile haberdar olduk. Oysaki Kaan’da böyle bir opsiyon sunmamışlardı  ve günlerce ‘çıktımı?’ diye telefon ile başvurmuzun durumunu  sormak zorunda kalmıştık. Allah’tan vizeye 2,5 ay öncesinden yaptık ta telaşa düşmedik. Ama bu bize başka bir dezavantaj getirdi. Kaan’ın pasaportunu İngiltere Büyükelçiliğine verdiğimiz için Paskalya tatilinde yapmayı planladığımız Malezya gezimizi yapamadık.
Başvurum sırasında yaşadığımız tek terslik fotografımı standartlara uygun bulunmaması idi. Efendim benimkisi Amerikan vizesine uygunmuş. Türkiye’de pasaport için çektirmiştim. Koşa koşa gidip İngiliz versiyonunu çektirdik. İşte İngilizlerin yaptığı bir çıkıntılık daha. Adamlar her şeyi illa farklı yapacaklar sendromundalar. Olan bize oluyor. Bizim İngiliz bölüm Başkanı bu duruma kendi bakış açısını koydu ve ; yıllardır vize işlemlerini yapan arap bir memur olarak işlemi yapan kız senin gidişini kıskanmış zorluk çıkartmıştır, dedi. Ne de olsa kişi kendinden bilir işi durumu.

Bu kadar acı çektikten sonra hayatımda bir mutluluk ile daha tanıştım. UK Vizesi  alma mutluluğu…