Sunday 15 February 2015

ÇÖLÜN ORTASINDAKİ CENNET









Kim der bu fotograflar  Katar'da çekilmiş.


Burası Katar'ın kuzeyinde Al Khor yakınlarında bulunan halk dilinde ''Jazirat bin Ghannam '' olarak bilinen Purple İsland (Mor Ada). Jazirat Arapça Ada demek. 
Katar bayrağının rengi bu Purple Island'daki mor renkli deniz kabuklarının güneşin yakıcı etkisi ile Marun rengini almasından geliyormuş. İşte Katar bayrağı.

Adanın merkeze uzaklığı yaklaşık 40-50 dakika. En önemli özelliği üzerinde küçük bir Mangrov ormanının olması.
Benim gibi ''Mangrov neydi neydi?'' dememeniz için alın size tanımı. 
MANGROV. Tropik bölgelerdeki çamurlu kıyılarda, ırmak ağızlarında ve bataklıklarda sık ormanlar oluşturan tropik ağaç türlerine ve oluşturdukları bu ormanlara verilen ad. Mangrovlar tuzlu suya dayanıklı ağaçlardır. Tropik bölgelerde görülen gelgit hareketi bu ağaçların büyümesinde en önemli etken. 
Kırmızı mangrov (Rhizophora mangle) gibi pek çok mangrov türü bataklıkların gevşek çamurlarına daha sağlam tutunabilmek için dibe doğru destek kökler uzatır. Bu kökler dipteki çamura ulaştığında yeni mangrovlar oluşturmak üzere sürgünler verir. Böylece giderek çoğalan mangrovlar içine girilmesi olanaksız sık ormanlar haline gelir.
Bazı mangrov türleri de dip çamurundan yukarı doğru üzerinde ufak gözenekler bulu­nan yardımcı kökler salar. "Solunum kökleri" denen bu kökler, gözeneklerinin yardımıyla emdiği havayı çamurun altında kalan ana köklere iletir, böylece bitkinin hava alamayan bölümlerinin de hava almasını sağlar.
Mangrovların bazı türlerinde tohumlar he­nüz ağacın üzerindeyken yani dökülmeden önce çimlenip, gelişmeye başlar. Örneğin, Asya'nın doğu kesimlerinde yetişen bir man­grov türünün tohumları çimlenerek karşıdan dev bir ok başını andıran, konik bir kütle halinde gelişir. Daha sonra ağaçtan koparak dipteki çamur katmanının derinliklerine gö­mülür ve burada büyüyerek yeni bir mangrov ağacı oluşturur.
Kaynak:http://www.msxlabs.org/forum/bitki-turleri/148089-mangrove-rhizophora-mangle.html#ixzz3Ro8gFPpM

İşte yukarıda resimlerde gördüğünüz yeşil bodur ağaçlar Mangrove ormanı ve tam üstteki fotoğrafta da yukarıdaki bilgide bahsedilen kökleri.


Son zamanlarda Purple Island'ın basında epey tanıtımı çıkmaya başlamıştı. Hatta bir tur ajansı burada yürüyüş ve kano turları düzenlemeye başladığı ilanlarını görüyordum. 

Aşağıdaki resim onların ilanlarından.




Epeyce merak etmeye başlamıştım ki imdadıma Doha'nın muhtarı kıvamındaki arkadaşım yetişti. Kendisi Doha Bahçecilik Klubunun üyesiymiş ve Klüp buraya gezi düzenliyormuş. Zamanlama bu kadar denk düşebilir deyip hemen kaydımız yaptırdık.
Geziye ortak noktaları doğayı sevmek olan yine her milletten insan katılmıştı. Doğayı ve doğal yaşamı seven bu insanlar evlerinin küçücük bahçelerinde de her türlü sebze meyve yetiştirebiliyorlarmış. Ben onlara ''tırnaklarının içi toprak dolu kadınlar'' dedim. Bir Filipinli üye telefonundaki resimlerden evinin bahçesini gösterdi resmen orman gibiydi. Filipinler'in her türlü sebze ve meyvesini yetiştiriyor sanırım. Hatta evdeki atıklardan kendi gübresini yapıyormuş. Onlarla Doha'nın yeşil yüzünü tanıdım. Aslında şimdiye değin hiç duymadığım ne kadar gezilecek yeşil yerler varmış öğrendim. Hayran olmamak elde değil. Ne kadar az şey bildiğimi hissettim.

Arabayı adanın girişine bir yere park ettik. Çünkü, bu minik ada anakaraya küçücük bir patika yolla bağlı. Ancak yolun iki noktadan bağlantısı koptuğu için üzeri kaygan olan taşlar dolu sudan geçip devam etmeniz gerekiyor. Dolayısı ile arabalar adaya giremiyor. Böylece de ada bakir kalabilmiş. İyi ki de böyle yoksa bu hafif maceralı yolu göze alabilen  gerçek doğa tutkunları ulaşabiliyor. Aksi takdirde 4*4 arabasından inmeden basıp geçip, çöpünü de arabanın penceresinden atan insanlar gelebilirdi.

Ayrıca bu bağlantı kopukluğu deniz suyunun ormanın içlerine iyice yayılmasını sağlıyor.


Bu minik maceralı geçişi tamamladıktan sonra başladık ada boyunca ilerlemeye. İşte izlenimlerim.


Deniz kabukları; 

Kıyıda deniz kabuğu çok ancak ben Marun renk olanını göremedim. 






Bitki örtüsü;

Yürüyüş yolunda suyun dışındaki bölgeler tipik çöl. Yol üzerinde yürürken serap gibi bu bitki karşımıza çıkıverdi. Şimdiye değin hiç görmemiştim.  






Hayvanlar;

Adada bitkilerden başka minik kara canlıları da bize merhaba dedi.



Göç yolundaki kuşlar, flamingolar.

Deniz canlıları açısından ise, Mangrove ormanlarının bulundukları bölgelerin sığ olması nedeniyle büyük balıkların giremeyeceği bir yer olduğu ve küçük balık yavrularının sığınıp büyümeleri için çok uygun bir ortam olduğu belirtiliyor.


Adanın kıyıdan uzak orta bölgesinin genel görüntüsü kıyıdaki Mangrove görüntüsünden uzak.





Adanın çıkışında Devlet'in büyük bir süs bitkisi üretme çiftliği var. Şeyha Moza'nın destekleri ile kurulmuş. Her yıl bir çeşit süs bitkisi üretiliyormuş. Gezebilirmiyiz diye baktık. Ancak kapalı. İlginç olan içerde kimse de yok gibiydi. Çiçeklere kim, ne zaman bakıyor acaba? Sadece Cumaları açık oluyormuş. Hedefim en kısa zamanda orayı da gezmek.

Yazımın sonunda ben de kendi yetiştirdiğim domateslerimin resmini ekliyorum. Domateslerin hikayesi ilginç. Tohumdan fide haline kadar gökdelendeki bir ev içindeki camın önünde büyütüldüler. Fide haliyle bana geldiler ve bende saksıya göçertip evin önüne koydum. Sonra yerlerini tüm gün boyunca güneş alabilecekleri bir başka noktaya taşıdım. Ama yine de bir süre sonra büyümeleri yavaşlayınca toprak yeterince zengin değilmiş deyip Pazar'dan aldığım koyun gübresi ekledim. Sonra bu hale geldiler.





Thursday 12 February 2015

BİR RESMİN ARDINDAN...

Aşağıdaki resime iyice bakınız lütfen.
Neler görüyorsunuz?


Burası bir devlet okulunun önü ve saat'te okulun çıkış saati civarı.

Bu fotografta neler size ilginç geliyor?

Bana göre  tam da Katar'lıları anlatıyor.

ÇÜNKÜ,

1) Devlet okulu olmasına rağmen arabaların hepsi 4*4.
2) Kullananlar hepsi şoför ve maaşları arabanın tekerleğinin parasından azdır.
3) Okulun dışında park edilecek çoook geniş bir alan olması nedeniyle çıkacak öğrencileri o geniş alanda bekleyebilecek iken illa da okulun bahçesine birbirini ezerek girip orda beklemeye çalışıyorlar. Prens ve prenseslerin üç adım dahi yürümesine kıyılamıyor. Üstelik de hava çok güzel olduğu halde.

Hiç üşenmedim. Arabamı park edip şu anın fotografını çektim.

Fotoğrafları çekerken bir korna sesi duydum ama açıkçası hiç üstüme alınmadım.
Tam arabama binerken buraların en meşhur arabası Toyota Land Cruiser içinde bir Katar,'lı arabayla yanıma gelmiş bana sesleniyor ve hafif kızgın modda neden fotoğraf çektiğimi soruyor. Buralarda foto çekmek çok zor. Hele kadınların, kızların mümkün değil. Burasının bir erkek okulu olduğunu düşünüp ulu orta çekivermiştim. Zaten ortada öğrenci de yoktu.  Arabalarda genelde şoförlerin olduğunu görünce de daha da rahatlamıştım. Demek aralarında ebeveynler de varmış.

Siz olsaydınız ne cevap verirdiniz?

Şey benim bloğum var da bu resmi oraya koyacağım altına da      '' işte tipik Katar'' yazacağım.

Aklıza bile getirmeyin!!!

Hemen ''ben öğretmenim bu okulun isminin resmini çektim. Bu okula öğretmen olarak başvurmak istiyorum da'' deyiverdim. Bana baktı baya inceledi. Aklına başka soru gelmedi sanırım tekrar aynı soruyu sordu. Ben de aynı cevabı tekrarladım. Akıllı, başka cevap vereceğimi mi düşündü?
Cevabımdan tatmin olmayınca ne sorsam ne sorsam diye düşünüp buraların meşhur sorusu olan  ''nerelisin'' diye sordu.(iyi bir dedektif olamazmış sanırım.)  Hoşuna gidecek cevabı biliyordum. Hemen ''TURKİYA'' şeklinde cevapladım. Ohhh ''are you muslim?'' Artık öğrendim artık öyle ''yes it is a pencil'' kıvamında yanıtlamıyorum ve çoşkulu bir tonda ''Alhamdulilllah,  I'm Muslim'' diyorum. Tabiki böyle söyleyince bütün kapalı kapılar açılıyor. Burada da aynı şeyi uyguladım ve o kızgın adam gitti. ''Vallah, Shukran'' demeye başladı. Konuşma biraz daha ilerlese çocuklarına özel ders isteyecek gibiydi.
Alın size bir gariplik daha. Türk'seniz, Müslümansanız kapılar açılıyor. Ama sanmayın ki tüm Müslümanlara. Hintli, Pakistanlı, Nepal'lilere o kapılar açılmazken bir İngiliz'e rahatlıkla açılabiliyor. Tıpkı İstanbul ve Mekke mikroplarının onlara zarar vermeyeceğini düşünmeleri gibi.
Bu konuda yazacak çok şey var. Renkler, dinler ve milletler ayrımcılığı başlı başına bir başlık.



Monday 9 February 2015

KANIMI BAĞIŞLAYAMADIM!

Katar'da yaşamaya başlayalı 4.5 yıl oldu. İlk zamanlar her şey değişik geliyor, hatta şok ediyordu. Bu blog'da aslında o şokların eseridir denilebilir. Şok olup olup yazıyordum.
Sonraları, yazıya uzun bir süre ara vermemde de ülkeye alışmanın etkisi olmuş olabilir.
Uzun bir aradan sonra şimdi yazacağım konuda yine şaşırtıcı bir deneyim yaşadım denilebilir. Bunca yıl sonra hala şaşıracak şeyler bulabiliyorum.

Son zamanlarda her yerde kan bağışına davet eden ilanlar görmeye başlamıştım. Oysaki bunca yıldır hiç kan bağışı konusu gündeme gelmemişti veya ben hiç duymamıştım. Demek ''ya ciddi ihtiyaç var ya da bilinç oluşturulmaya çalışılıyor'' deyip bağışlamak için fırsatını kollamaya başladım. Ancak araya Umre sonrasında geçirdiğim ciddi bronşit girince iyileşmeyi beklemek zorunda kaldım.

İyileştim artık diye düşündüğüm günlerde gazetelerde yine ilanı görünce dayanamayıp atladım gittim.
Katar'da bu işi Türkiye'de Kızılay gibi ayrı bir kuruluş yapmıyor. Devlet hastanesinin sorumluluğunda.

İçeri girdiğimde ilk şok. Girişten iki adım sonra bekleme salonu ve kapının karşısında bulunan başvuru masası dikine  Kadın- Erkek diye ikiye bölünmüş. Aslında burada hastaneler, resmi daireler, bankalar her yer böyle. Hatta bankaların sadece kadınlara hizmet veren şubeleri var.  Ama hala alışamadım. Hala Kan bankasında da mı? diyorum.

Ben bunları düşünüp şaşırırken, resepsiyondakiler ve yanda bekleyen erkekler de beni görünce şaşırdılar.İçeri girmemle bütün bakışlar bir anda bana döndü. Kendimi, dünyada ilk kan bağışı yapan kadınmışım gibi hissettim, hani ilk kadın pilot, vali gibi.

Kadın bölümünde donör olmayınca çalışan da yok. Beklemememi ve erkekler bölümünden hemşirenin az sonra geleceğini ama çok yoğun oldukları için zaman alabileceğini belirttiler.

Bu beklemeler, gözlemlerim için bulunmaz fırsat.

Başladım incelemeye. İki tarafa da bakınca erkekler tarafı hıncahınç doluyken kadınlar bölümünde in ve cin karşılıklı top oynar vaziyette bir Allah'ın kulu yok. İlk düşündüğüm ''bu ülkede kadınlar kan bağışı yapmaz mı'' oldu. Daha sonra muzır yanım devreye girdi ve  bağışa ihtiyacı olan bir kadın nasıl namahrem bir erkeğin kanını kabul eder deyip kafalarına soru işareti sokup ''al sana kadın erkek ayırmada gelinen nokta. Mabrook''(mübarek olsun) demek geldi içimden.
Bir ilginçlik daha erkekler bölümündeki erkeklerin tamamının Hintli olması. Acaba bir yakınları mı hasta da onlara kan veriyorlardı bilemedim.
Nerde bu ülkede yaşayan 72 milletten insanlar?

Kısa bir süre sonra hemşire yanıma geldi. Muayene odasına geçtik. Burada kan alınması önce sorular soruluyor ve soruları geçerseniz küçük bir sağlık kontrolünden geçiyorsunuz.
Başladık. İlk sorusu dün gece kaç saat uyudunuz? Aslında pek iyi uyuyamamıştım ama yine de 7 saat dedim.
Sonra ikinci başlık  ilaçlar. İlk soruda kaldım. Antibiyotik kullanımından sonra en az bir ay geçmesi gerekiyormuş. Doğrudur. Gazetelerde çok acil davet görünce, ben belki 15 gün geçince kabul ederler diye gelmiştim zaten. Ama yine de sorması gereken diğer soruları otomatik kurulmuş robot gibi sormaya devam etti. Hani gerisini sormaya gerek yok demiyorlar.
Üçüncü başlık; Seyahatler. Son 6 ay içerisinde yurt dışına çıktınız mı? Ben de Türkiye, Tayland ve Umre deyince başladı Bakanlığın verdiği talimatı saymaya.
Tayland'a ve Türkiye'ye gidenler 6, Türkiye'de sadece  İstanbul'a gidenler ile  Umre'ye gidenler ise 1 ay, geçmeden kan veremiyormuş. Yok artık dedim.
Hadi Tayland'ı anlarım. Ama İstanbul,  İzmir'den daha risksiz bir yer mi? Ya Umre, insanlar içiçe nefesleri birbirinin yüzünde olacak kadar yakın bir şekilde ibadet ediyorlar. Umre'ye üstelik Tayland'lı da , İzmir'li de gidiyor Ancak bu kadar yanlı olunur dedim. Sağlıkta bile yanlı olunur mu?

Anlamsızlığını anlatmaya çalıştım. Hayatından bezmiş modundaki Hemşire  ''bakanlığın talimatı'' dedi. Ben de söylediklerimi lütfen iletin deyince hani beni beyninden başka bir organıyla dinliyormuşçasına ''evet'' dedi. Açıkçası hastane yönetiminin çalışanları dinlediği izlenimi edinemedim.

Bu olay bana yıllar önce Türkiye'de hem de İzmir'de Devlet hastanesinde yaşadığım bir olayı hatırlattı. Bundan yaklaşık 10 - 15 yıl önce İzmir Devlet Hastanesinde bir arkadaşımın annesi ameliyat olmuştu. Ben de arkadaşımla annesini ziyarete gitmiştim. Hastane nasıl dökülüyor, pis bir halde iken kel başa şimşir tarak misali hastane girişlerine hijyen açısından Galoş koymuşlar, hastaneye girmeden öce galoş satın alıp, giyme zorunluğu getirmişler. Tabi ki galoşların başında da amca modunda şirin, göbekli ve pala bıyıklı bir yurdum insanı. Arkadaşım annesi için her gün gide gele bu amca ile ahbap olmuş. İkimiz aynı anda içeri girmeden önce tam galoş almaya hazırlanırken bu amca arkadaşıma ''senin galoş almana gerek yok anlamında ''sen geç'' deyip bana ''sen kal ve Galoş al'' deyince ikimiz de çok gülmüştük. Ben arkadaşıma ''senin mikroplar tanıdık ve torpilli herhalde'' diye dalga geçerken arkadaşımda beni çok titiz bulduğu için o olaydan sonra ''bak gördün mü o amca bile seni benden riskli gördü, '' deyip yılların intikamını almıştı.

Bir de aklıma Uğur Dündar'ın programı geliyor. Hatırlarsanız Hijyen açısından kötü durumda olan gıda üretim yerlerine baskın yapardı. Programının birinde Uğur Dündar'ın geleceğini önceden haber alan Gıda üreticisi firma o sırada tarlayı traktörle sürmekte olan  işçisine de bone ve galoş giydirmişti.

Anlamını bilmeden yapılan her iş böyle trajikomik olaylara mahkumdur. O nedenle  Türkiye'den örneklere eğitim şart diyebiliriz de Katar'da koskoca hastane yönetiminin koyduğu kan bağışı kuralları nasıl açıklanır? Sonuçta Türkiye'den verdiğim örnekler gibi eğitim sorunları da yok.
Bence tek açıklaması var. Önyargı. Mekke kutsal yer, Türkiye'de bir tek İstanbul'u tanıyorlar ve çok seviyorlar. Dolayısı ile buralardan gelecek mikropların da fazla tehlikeli olmayacağına güveniyorlar.
Ne diyelim. Atalarımız güzel demiş. Umarız güvendikleri dağlara kar yağmaz.





Monday 2 February 2015

PERDE ARKASI FOTOLAR

Perde arkasından  Ka'be'ye bakma zamanı

1) Temizlik ;
Bu kadar kalabalık ve insan çeşitliliğinin yoğun olduğu bir yerde temizlik çok önemlidir. İlgi ve tecrübe alanıma girdiği için gözlemledim. Şansıma da epeyce ilginç örnekler çıktı.
Periyodunu ve etkinliğini bilemiyorum ancak çok yoğun temizlik yapılıyor. Açıkçası hijyen konusunda çalışmış biri olarak perde arkasını yani temizlik planlarını görmek isterdim.
Ancak, yapılış şekli ilginç. Herkes yoğun bir şekilde ibadetini yaparken birden temizlik ekipleri etrafınızı sarıp, son derece kaba bir şekilde nerdeyse ayakları ile iterek, kalk git burdan diyor. İnsanlar da bu kabalığa karşı gayet normal reaksiyon verip hatta ağırdan alabiliyor. Ayrı bir iletişim biçimi söz konusu.
Temizlik başlamadan önce temizlenecek alan bant veya plastik duvarlarla çevriliyor ki insanlar temizlenecek bölgeye girmesin. Daha sonra yerler ilaçlı sularla dezenfekte edilerek yıkanıyor. Etrafa güzel sabun kokusu yayılıyor.


Temizlik son derece modern sistemler ve ekipmanlarla yapılıyor.

 Rogarlara varıncaya değin dezenfeksiyon ve ilaçlama yapılıyor.



Bu anı yakalamak zordur. Ka'be'nin örtüsünün temizlendiği an. Görevli iki kişi. Biri çaylak ve işi yapan, diğeri onun yöneticisi . Fırça uzun ve yumuşak tüylü. O manlift'i oraya nasıl soktular o kalabalıkta diye düşünmeyin. Herkesi itip kakıp sokmuşlardır. Artık kalabalığa alışmışlar.


Ka'be'de temizlik işleri aşağıdaki resimde görülen turuncu-yeşil tulumlu işçiler tarafından yapılıyor. Devlet bunlara para vermiyor. Bu kişiler sadece ziyaretçilerin verdikleri sadaka ile geçiniyorlar. Anlaşılan bu konuyu da Suudiler ziyaretçilere taşere etmişler. Dolayısı ile bu insanlar dilenci gibi para ister hale gelmişler. Hiç yakışmamış.
 
Son olarak Umre, Hac planlıyanlara konuyla bağlantılı bir tavsiyem olacak. Gitmeden muhakkak grip ve menejit aşısı olun. Hatta doktorunuzla konuşup ona göre gerekli başka önlemler varsa alın.
 Ben yaklaşık 10 yıldır hiç grip, hasta  olmamış ve antibiyotik kullanmamıştım. Ancak geldikten sonra çok ağır bir Bronşit geçirdim. İyileşmem 10 günü buldu.
Nedenine gelince, dünyanın her tarafından gelen insanların değişik floraları oluyor. Bu getirdikleri mikroorganizmaları sizin vücudunuz  tanımıyor. Bir de iklim değişikliği, yaşam temposundaki değişiklik, uykusuzluk, sağlıksız beslenme eklenince bağışıklık sistemi zayıflıyor. Sonuçta hem ziyaret sırasında hem de ziyaret sonrasında herkes çok hastalanıyor. Hele yaşlılar.
Katar'da Umre çok sık yapılan bir şey olduğu için doktorlar da bu konuda deneyimli. Benim doktorum gitmeden önce Grip ve Menenjit aşısı olmak gerekir dedi. Neyse, Menejit'i düşününce yıne de ucuz kurtulmuşum dedim. Bana next time aşı olup gidin dedi.Next time? Bilmem olur mu?
 
 
2) Meşhur Zem Zem Tower. http://www.gazetevatan.com/kabe-manzarali-luks-devremulk--21641-yasam/videogaleri.gazetevatan.com/video-izle/Sahibine-eslik-eden-kurbanliklar-vDVIxGYXdVB2.html
Araplar'ın egosu  nedeniyle Dünyanın en büyük saati ünvanına da sahip. İnşaası, görünüşü ile İslam aleminde ciddi tartışmalar yaratmış bir gökdelen. Dediğim gibi Ka'be'ye tepeden bakar vaziyette. Osmanlılar tarafından 1871 yılında yapılmış  meşhur Ecyad Kalesi'nın 2002 yılında yıkılarak yerine yapılmış. Kale'nin yıkılması ile Mekke'deki 500 yıllık Osmanlı hakimiyetinden geriye sadece  1573-1577 yılları arasında yapılan Osmanlı revakları kalıyor. Onlar da 2012 yılında yıkılmış. Böylece Ka'be'deki tüm Osmanlı izleri silinmiş oldu.


3) Peygamberimizin evi; Ka'be'nin hemen dışında doğduğu ev.Kütüphane olarak kullanılıyormuş. Etrafı düzenlenip  özenle restore  de edilmemiş. Sanki sıradan bir ev gibi duruyor.



4) Ka'benin 360 derece etrafı; yüzyıllardır hala düzenlenmemiş olmaması üzücü ve şaşırtıcı.









                                                       


 5) Ka'be'de cenazeler, Bu görüntü yatsı namazından sonra çekildi. O saatte bile cenaze namazı kılınıp, defnediliyor. Herkes müslüman olmasına rağmen kefenlemeler farklı. Tüm vücudun yaralıyı sargı beziyle sarmış gibi olanından, yüzü açık olanına kadar geniş spektrumda. Kadınların vücut bölümüne tabut gibi bir kapak kapatılarak vücut hatları gizleniyor. Baş ve ayaklar kapağın dışında ama kefenli. Ka'be'nin içerisinde vefat edenlere özel  tören alanları var. Cenaze namazından sonra meftaya herkesle birlikte Tavaf yaptırılıyor. Hem de bazılarının yüzleri açık biçimde. Tüm bu işlemler koşma temposunda yapılıyor. Sanki cenazeyi bir an önce toprağa kavuşturmak ister gibi.






6) Namaz zamanı; Son olarak resmi yok ama söz etmeden geçmek istemedim. Namaz vakti yaklaşırken hayat duruyor. Yaklaşık 1 saat öncesinden herkes yer kapmaya calışıyor. Her yerde ,AVM'de, sokakta. Yürünülen yollarda seccadesiz bir şekilde. Din polisi devreye girip oturma düzeni oluşturmaya çalışıyor. Dükkanlar yaklaşık yarım saat önce içerisindeki müşteriler dışarı çıkartarak kapatılıyor. Namaz kılmıyacağım diye bir şey yok. Yoksa iyot gibi ortada kalıyorsunuz. Dışarıda yapılacak işler namaz saatlerinin izin verdiği ölçüde planlanlanması çok önemli.. 

Sunday 1 February 2015

DÖNÜŞ

DÖNÜŞ

Veda ettiğimi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Daha eve varmadım ki.

Ka’be ile vedalaştıktan sonra bir taksiye atlayıp hızlıca otele geri döndüm. Gelir gelmez telefonum çaldı. Almaya gelecek şoför ‘’az sonra yanınızdayım, geliyorum’’ diye arıyordu. Yaklaşık yarım saat erken olması nedeni ile rahatladım. Çünkü, bir gün önce beni arayıp geleceklerini teyit etmeleri gerekiyorken aramamışlardı. Onlar aramayınca verdikleri telefon numarasını ben aramış ama bulamamıştım. Acaba yanlış mı arıyorum deyip önce hocaya sonra otel görevlilerine de aratmış ancak onlar da bir  bir türlü ulaşamayınca, Kemal'i arayıp yardım istemiştim. O'da arayıp ulaşamayınca, çaresizce Doha’daki seyahat şirketini aramıştı. En sonunda onlar aracılığı ile ulaşabilmiştik.
Suudi Arabistan, Katar’dan da daha Arap özelliklerini taşıyan bir ülke. Siz üzerinize düşen görevi yapmanız yetmez bir de karşınızdakilerin yapacağı  işleri de adım adım takip etmeniz gerekir. Yoksa her an kalp krizi yaşayabilirsiniz.

Aslında sözleştiğimiz buluşma saatinden erken olmasına rağmen şoförü bekletmeyelim deyip annemle kahvaltı etmeden hemen aşağıya indik. Bekliyoruz gelen giden yok. Bir süre sonra şoför telefon ile aradı. İngilizcesi çok kısıtlı. Anladığım kadarı ile otelin hemen arkası bir yerde. Anlatmaya çalıştım. Anlamayınca ne yapsam diye etrafa bakındım. O sırada sabahın 7’sinse lobide uyuklamakta olan bell boy’u gözüme kestirdim ve yardım istemek için uyandırdım. Telefonu alıp konuşmaya başladıklarında konuşmalarına inanamıyordum. Bell boy da çalıştığı otelin adresini bilmiyordu. Arap -Urdu karışımı bir dilde konuştular. Anladığım kadarı ile bell boy oteli tarif edemiyordu bizim şoförde zaten tarif etse bile anlamıyordu. Bell boy zaten İngilizce de bilmediği için konuşmayı bana aktaramadan telefonu bana geri verdi.  
Ne yapmalı derken, o sırada kapının önünde Umre’cileri Ka’be’ye götürüp getirmekle görevli otobüs şoförünü gördüm. Çaresizce telefonu ona uzatıp taksi şoförünü aradık.  Otobüs Şoförü Pakistanlı. Pek Arapçası yok. Urdu dilinde konuştular. Konuştu konuştu o da telefonu ne konuştuğunu söyleyemeden bana verdi. Ama bana otelin mutfağından yardım etmesi için birini getireceğini el işaretleri ile anlattı. Gitti.
Yine elimde telefon ne yapacağımı bilmez bir halde etrafa  bakınırken bir taksinin yandaki otelin önünde durduğunu gördüm. Hemen taksinin şoföründen yardım istedim. Gerilimden tüm bu yardım istemeler doğal olarak pek de medeni çerçevede olamıyor. Adamın eline telefonu tutuşturuveriyorsun. Şansıma bu şoför biraz yol ve İngilizce bilen birine benziyordu. Beni arayan şoföre tekrar telefon açtık. Onlar kendi aralarında Urdu konuştular. Konuşma bitince taksi şoförü ne yazık ki benim şoförün anlayıp anlamadığına emin olamadı. 

Bu arada, her konuşmadan sonra beni alacak şoförle ben de konuşuyordum. Konuştukça adamın stresten kilitlendiğini fark ettim. Bildiği üç kelime İngilizce varsa o da stresten gitti. Bloke oldu. Bir süre sonra telefonlarıma da cevap verememeye başladı. Bağlantımız kopmak üzere. Ben artık beklemekte olan taksi şoförüne ‘’beklemesini taksi gelmezse kendisi ile gideceğimi’’ söylemek zorunda kaldım. Sağolsun bekledi. Bu arada otelin mutfak ekibi de önlükleri ile aşağı indiler. Onlar da telefon ile konuşmak için sıralarını beklemeye başladılar.
Bir süre sonra şoför aradı. Bu kez o birini bulmuş telefonu ona verdi otelin önündeki taksi şoförü o kişiye yolu tarif etti.
Yapılan defalarca telefon konuşması sonrası yaklaşık 45 dakika sonra, benim şoför filmlerdeki gibi eskortlar eşliğinde teşrif etti. Adam, İngilizce, Arapça ve Urdu dilinde tarifleri anlamayınca yardım istediği Suud’lunun bile sabrını tüketmiş, Suud’lu da‘’hadi gel beni takip et seni otele götüreyim en iyisi’’ demiş anlaşılan. Taş olsa çatlardı.

Suud’lu, bizim uyuşuk şoförden önce davranıp, hemen arabasından indi. Tabiki  ‘’Ben getirdim, benim sayemde gelebildi’’ deyip reklamını yaptı. Benden paramı istiyor yoksa takdir mi diye düşünmeden edemedim. Sulu adamın birine benziyor, böylelerinle fazla konuşmamak en iyisi deyip sadece teşekkür ettim.

Sonraki manzara da ben siyah çarşaflarımın içinde kadınların yalnız restorana bile alınmadığı bu ülkede etrafımda 5-6 erkek çevrili iken şoföre hesap soruyor halim. Umre’de olduğumu unutmadan normal fırçalarımın çok alt seviyesinde bir performans göstermiş olmama rağmen, değil azarlanmak kadınlarla konuşmaya bile alışık olmayan bu adamın, diğer erkekler önünde resmen yerin dibine girmesine yetti. 

Yapacak bir şey yok. Vakit kaybetmeden annemle geçirdiğimiz onca sevgi dolu, romantik günlere tezat bir şekilde hızlıca vedalaşıp yola koyuldum. 

İçimde zerre kadar yolculukta başıma bir şey gelir mi endişesi yoktu. Çünkü, ülkeye alıştım, aşina oldum diye düşünüyordum. Ayrıca gece hemen hemen hiç uyumadığım için feci şekilde yorgun, uykusuz ve sabahki maceradan dolayı gerilmiştim. Aslında tüm bu duygular karmaşasında kaçırılmak aklıma bile gelmedi diyebilirim. Şoför biraz da beceriksiz izlenimi verince ‘’ay bu beni kaçıramaz bile’’diye aklımdan geçirmiş olabilirim.

Dakka bir gol bir. Yola çıkar çıkmaz şoför hemen birine telefon etti. Mekke’den Cidde’ye gitmek için hangi yolu takip etmek lazım diye sordu. Bırakın önceden otelin yerini araştırmasını Mekke’yi bile bilmeyen bir şoför.
Telefon konuşmasından sonra bana ‘’otoban sabahın bu saatlerinde kalabalık olur sizi başka bir yoldan götürebilir miyim’’ diye sordu. Kaygısız ben de ‘’gidelim de bir an önce nereden gidersek gidelim’’ modunda, bir de çok yorgun ve uykusuz olunca ‘’oluuuurrr’’ deyiverdim.  .

Sonra başladı macera. Cidde diye sağı gösteriyorsa biz soldan, sol gösteriyorsa da sağ’dan gitmeye, her türlü stabilize yol, işlek otobanların altındaki küçücük geçitlerden geçmeye başladık. Bu arada yorgunluk ve uykusuzluk nasıl çöktü üzerime gözlerimi aralayamıyordum. Göz kapaklarım kendiliğinden düşüyor aralayabildiğim anlarda gördüğüm manzara stabilize yollar, köprü altları, dağ başı yerler taaa uzaklarda otoban veya Cidde yönünü gösteren tabela ve tabelaya göre tam tersi yönde gittiğimiz, zaman zaman etrafımızda hiç başka arabanın olmadığı stabilize yollar.
 Ne yapsam diye hızlıca düşündüm. Ancak ne soru soracak ve ne de onun ilkel İngilizcesini anlayıp yorum yapacak enerjim olmadığı için kararım ‘’ayyy çok yorgunum ne olan olsun, hele bir kaçırsın sonra çaresine bakarız, bir problem olmadan konuşmaya gerek yok.’’oldu.
Yolculuğum, benim yarı baygın vaziyette yolu takibimle devam etti.

Yaklaşık 1 saatlik yolu, 2 saate yakın bir süre sonra tamamlayarak en sonunda Cidde havaalanına sağ salim vardık. 
Adamın yüzüne bakmadan, hızlıca arabayı kızgın bir şekilde terk ettim.
Verdiğimiz onca paradan aldığımız hizmet bu kadarmış. Ama yine de ağzımdan kötü söz çıkmadı.

Havaalanı nasıl köhne. Bu ülke köhneliği benimsemiş. Hac, Petrol gibi gelirleri olan bir ülke’nin para problemi olmaması gerekmez mi?
Koskoca ülkede hatıra olacak minik bir magnet bile yok. Sadece havaalanında gördüğüm iki çeşit de inanılmaz pahalı.
Havaalanı dışında İngilizce bilen yok denilebilir.
Herkesin dediği gibi Mekke, Suudi Arabistan başka bir dünya. Bu ifade içerisinde her türlü iyi-kötü anlamları taşıyor. Biliyorum.

Dönüş’te bayan yanı istemedim. Baktım ben ve iki erkek birlikte oturacak şekilde yerleştirmişler. Ben cam kenarındayım, yanımda 20’li yaşlarda aslan gibi yakışıklı, klas bir Suud’lu delikanlı. Yakışıklı ötesi, artist gibi.  Çok da şık. Batı eğitimli birine benziyor. Tabiki bu özellikleri taşıyan her Arap erkeği gibi kasıntı, batılı yanıyla da cool arası bir şey. Bilmem hayal edilebildiniz mi? Yanında ise kıyafeti dahil tam tekmil klasik bir Suud’lu.
Demek bayan demesen pekala erkeklerle oturtabiliyorlarmış.
Bir süre sonra klasik Suud’lu gitti. Acaba iki koltuk ötesinde bile bayan istemedi mi?
Biz delikanlı ile yola devam ettik. Ama hiç konuşmadık. Bu da yorgun günlerimin sürprizi oldu sanırım.

Doha’ya yine yarım saat erken indik. Karşılamaya arkadaşım geldi. Ne kadar gelme desem de ‘’insan hayatında kaç kere Mekke’den gelen birini karşılayabilir ki’’ deyince bir şey diyemedim. Ben hala üzerimde Abhaya’m. Türkiye’de kara çarşaf diye bilinen.  Burada Abhaya geleneksel kıyafet olduğu için giymek beni hiç rahatsız etmediğini belirtmek isterim. Katar Milli Gününde okullarda yapılan kutlamalarda her milletten insan bu kıyafeti giyerek kutlamalara katılırlar. Tıpkı bizdeki halk oyunları kıyafetleri gibi.
Uçakta ve inince ‘’olllleeeyyy’’ deyip kıyafetimi çıkartmadım. Çıkartılmasının da giyilmesi gibi düsturlu olmasını istedim.

Ayşegül, beni havalalanında karşıladıktan sonra ‘’hadi gel birlikte yemek yiyelim, kutlayalım’’ diyerek burada yeni açılan Türk restoranına davet etti. Benim de henüz gitme fırsatım olmamıştı. Seve seve kabul ettim.
Restoranda çalışanlar Türk. Halim biraz farklı olunca açıklama yapmak gereğini duydum. Hemen tebrik ettiler. Bu konuşmadan sonra lavaboya gittim ancak bir baktım az önce yaptığım Umre’yi tebrik eden bu garson da içeriden tuvaletten çıktı. Meğerse yanlışlıkla erkekler kısmına girmişim. İkimiz de güldük.
Böylece bana yaraşır bir final yaparak, bu maceralı, kutsal geziyi tamamlamış oldum.

Bu ziyaretin hayatımda önemli bir yeri ve değeri olacak. Gitmeden önce hiç bir şartlanma yapmadan tamamen duygularımı serbest bıraktım. Neler hissedeceğimi ben de bilmiyordum. Bu konuda hissettiklerimi, düşüncelerimi paylaşmıştım.
İyi ki bir sürü macerayı göze alıp gitmişim diyorum.

Benim için bir diğer değeri ise Atatürk oldu.
Türk halkı ve kadınları için yapılan Devrimlerin büyüklüğü ve anlamı bir kez daha yüzüme çarptı.
Umre’ciler, Mekke’de bazı restoranlara yalnız kadınların alınmadığını, girenlerin ise kovalandığını söylediler. Kadının herhangi bir sınıfı bile yok. Vatandaşın değeri yok, adalet yok. Bir kesimin ağzından çıkan şeyler kanun niteliğinde. İnsanlar dinle uyutulmuş,vs,vs,vs…
Bu konuda daha yazacak çok başlık olabilir. Hepsini biliyoruz.

Ve Atatürk’ün vizyonu… O dönemde toplum hiç beklemediği halde bu devrimleri yapmak. Halka anlatmak. İnanılmaz.
Nur içinde yatın Atatürk ve onun takipçisi silah arkadaşları. Hiçbir çıkarı olmadan vatan toprağı ve kalkınması için canını veren şehitlerimiz, yaralanan, sakat kalan gazilerimiz.
Sadece düşmanlarla savaşmak ile yetinebilirlerdi. Onlar, ikinci savaşlarını cahillik ve bağnazlıkla yaptılar.

Bu yazı dizisinin sonuna gelmişken birkaç konuya açıklık getirmek isterim.
1) Din gibi hassas bir konu hakkında yazmak aslında biraz risklidir. Hele günümüzde. Baştan anlatmasam mı acaba bile diye düşündüm. Ama anlatmak istedim. Sonuçta çoğunluğa yabancı bir konu ve genelde benzer şekilde anlatılmış.
Ben dine etik değerler açısından yaklaşıyorum. Basit anlamı ile kendisine, çevresine faydalı, doğru dürüst bir insan olmaya yönlendirmek, topluma düzen kurmak gibi bir amacı olduğunu ve bu değerlerin insanların yaşamını değerli ve anlamlı kıldığını düşünüyorum. (Tabiki böyle olmak için illaki bir din sahibi de olmayabilirsiniz.) 
Din konusunda uygulamalara geçildiğinde sorun çıkıyor. Ben zaten uygulamalar konusunda konuşacak seviyede de görmem kendimi. 
Bu bakış açısıyla da anlatmaya çalıştım. Bunu size hissettirebilmiş olmayı dilerim.

2) Bir diğer kriterim ise objektif olabilmekti. Böylece gidecek olanlar neler ile karşılaşacaklarına dair fikir edinebilirlerdi.

4 gün gezdim toplam dokuz yazı ile resmen yazı dizisi oldu. Planlamamıştım. Biraz fazla uzun sürdü.
Yarın ilginç bulduğum birkaç fotoğrafı paylaşarak bitirmeyi planlıyorum.
 İlginize çok teşekkür ederim.