3)Londra Günleri
20 gün süren seyahatimi
üç eşit parçaya böldüm. 1. Hafta Londra’da olacaktım. Londra’yı yalnız başıma,
rutin olmayan yerleri gezerek, yaşayacaktım. 3. Hafta Kaan ile tekrar Londra’yı
gezeceğim için bu hafta Kaan’ın ilgisini çekmeyecek yerleri gezmeyi planladım.
2. Hafta Athya ile ülkeyi baştan aşağı gezecektik. 3. Ve son hafta ise Kaan ile
Londra , müzeler, müzikaller,Thames filan ile klasik Londra turu yapacaktık.
İşte bu yazımın konusu
tek başıma gezdiğim Londra.
Benim için çok hoş bir
deneyim oldu. Açıkçası, Athya da dahil olmak üzere herkes ‘’aman dikkat et, suç
oranı çok yüksektir bu şehrin özellikle de Metro geç saatlerde çok tehlikelidir’’
dediği için her ne kadar gerilsem de, kabıma sığamayıp cesaretimi toplayarak,
ilk günden ‘’kendim gezecem’’ dedim. Neden; Birincisi, dünyanın merkezlerinden
biri olan bu büyük şehirde yol bulma, keşfetmeyi deneyip kendi sınırlarımı
görmek istedim. İkincisi, anladım ki ben en çok yalnız gezmeyi seviyorum.
Gezerken kendi hedeflerim var, ibadet gibi onları yapmak bazen de kafama göre hayata
takılmak istiyorum. Ya da yemek benim için çok önemli değil. Ancak çok özel
şeyler bulursam zevkle vakit ayırıyorum. Kahve ritüellerim var. Ondan
kesinlikle taviz vermiyorum filan. Bu istediğim şeyler yanımdakine saçma
gelebilir. Dolayısı ile kimseye bir şey açıklamak zorunda kalmadan gezmek benim
için en tatmin edici olanı. Benim gibi düşünmeyen birine, hatta yalnızlıktan
hoşlanmayan birine bunları açıklamak zor. Ve yanımdakini mutsuz etmemek için
kesinlikle çok uyumlu olmaya çalışıyorum ama bu seferde ben mutlu olmuyorum. Ama
neyse ki bunu kırmadan başardığımı düşünüyorum.
İngiltere’de beni en çok
ama en çok ne etkiledi diye soracak olursanız cevabım hazır. Yolların ters yön
oluşu ve sağdan kullanılan arabalar. Hiç alışamadım. Bu konuda bu
kadar rigid olduğumu hiç tahmin etmezdim. Bu ne demek? Son güne kadar oturmak
için hep arabaların şoför tarafına yöneldim, arabanın içinde hep kendimi
streste hissettim sanki ters yönde gidiyoruz da her an biri bize çarpacakmış gibi. Karşıdan karşıya
geçerken her an bir araba tarafından çarpılabilirdim çünkü hep ters tarafı
kontrol ettim. Yollarda yerlerde kocaman
harflerle yazılmış ‘’sağa bak, sola bak veya her iki tarafa bak’’ gibi yazılar
görüp gülmüştüm. İçimden ‘’bunlar yürüyen insanları salak mı zannediyorlar ‘’
diye. Demek’’ benim gibi salak olmayıp acemiler için yazılmış’’ dedim.
Allahtan, trafik çok uygardı. Şoförler yol
kenarında beklediğinizi görünce bile hemen duruyorlar. Düşünün Türkiye’yi kim
geçecek yarışı vardır. O an biz bu yaşa şans eseri gelmişiz diye düşündüm.
Aklıma çalıştığım okuldaki İngilizler geldi.
Onlara kocaman bir ‘’BRAVO’’ dedim. Katar’a geldiklerinde hem soldan
direksiyona , hem de Qatar’ın vahşi trafiğine alışmak zorundalar diye düşündüm.
Katar’da kavşaklara daha yeni yeni ışık koymaya başladılar. Kural soldan gelene
yol vermek. Ama Katar’lı , Arap ve Hintliler için farklı bakış açıları ile hayatlarında
kural yoktur. Bu nedenle çok dikkatli olmak gerekiyor.
İkinci etkilendiğim konu ise, trafiği, stresi ve kalabalıklığı ile LONDRA
METRO’su oldu. Planı o kadar meşhur ki Tşört, bardak vs. gibi bilumum hediyelik
üründe yer alıyor. Başta küçük bir açıklamadan sonra söktüm. Avucumun içi gibi
denir ya o hale geldi benim için. Ancak çok pahalı. En kısa seyahat 2 £ civarında. Metroya çok para
harcadık. Zaten Londra çok pahalı bir şehir.
Metro’nun bir diğer özelliği ise yoğunluğu. Ben
oluk oluk diye tanımlıyorum. Her cins, din, renkten insan. Belki 700
dik upuzun yürüyen merdivenden yukarı doğru çıkarken bir bakıyordum inanılmaz
bir manzara. Kıyafetler en moderninden
en gelenekseline müthiş geniş bir spektrum sergiliyordu. Ama hiç kimse kimseye yan gözle bile
bakmıyor. Öncelikle herkes okuyor. Ne mi? E-booklar cok popüler, ipad ikinci
sırada, sonra benim de kısa sürede müdavimi olduğum sanırım Belediye tarafından
metroların girişine konulan bedava metro gazetesi var ki şehirde ne olmuş bitmiş haberiniz
oluyor, daha sonra kitap, dergi ne varsa okuyorlar. Kimse yan dönüp etrafta ne
oluyor diye bakmıyor. Okumayan azınlıkta ilginç manzaralar gördüm. Makyaj
yapanlar hem de gayet detaylı bir şekilde, meditasyon yapanlar ve uyuyanlar.
Metro’nun stresi hakikatten beni strese soktu.
Gezimin en stresli boyutu idi. Sürekli anons var. ‘’Dikkatli olun, eşyalarınızı
kollayın, şüpheli kişileri bildirin vs.’’ Sanırım 2007’ydi Londra metrosunda
patlama olmuştu. Hatta benim de arada kullandığım istasyonda. Olimpiyatlar
öncesi böyle bir dikkat çekmeden korkuyorlardı.
İlk gün gezim sırasında Royal Albert Hall’un
önünde yaşlı bir beyefendi o akşam konser için biletini satıyordu. Hem de
kolayca satmak için ucuza. Ama konser 7’de başlayacak ve ne zaman bitecek belli
değil. İlk günün acemiliği ve Athya’nın benim için tedirgin olup defalarca
araması nedeni ile cesaret edip alamadım. Çok pişman oldum sonradan. Böylece
Royal Albert Hall konseri dinleyemeden geldim. Ama ikinci günden itibaren her
akşam biraz daha geç gelmeye başladım.
Bir de sırt çantam oldukça ağırdı. Değişen hava
koşullarına göre hazırdım, profesyonel kameramın ağırlığı ile birlikte yaklaşık
10kg.’ı buluyordu. Bu yükü stres ile taşımak olunca çok ciddi sırt ağrıları
çektim. Omuzlarım çöktü desem yeridir. Türkiye’ye geldikten sonra bile uzunca
bir süre gerginliğimi atamadım.
İngiltere’nin benim için bir ilginçliği günün
akşam saat 9;30’a kadar havanın aydınlık olmasıydı. Bu bana dışarıda kaldığım
süreyi uzatmak açısından avantaj getirdi. 3. Haftada kuzeye gittiğimizde bu
aydınlığın gecenin 11- 12’sine değin olduğunu görünce hayretimiz bir kat daha
arttı. Hemen bulunduğumuz enlemi beyaz geceleri ile meşhur St. Petersburg ile
karşılaştırdım. St. Petersburg 1-2 enlem kuzeyde gibi. Oranın aydınlığını hayal
edemedim doğrusu. Görmek lazım.
Akşamın 9;30’a kadar uzaması bulunduğum süreye
denk gelen Ramazan’da oruç tutma süresini oldukça etkiliyordu. İftar saat 9,
sahur gece saat 2 olunca hakikatten Allah Müslümanların sabrını ve iradesini
deniyor diye düşündüm. Athya ve ailesi çoluk çocuk hiç hiç yüksünmeden tutuyorlardı . Ama benim sevgili arkadaşım benimle olduğu
günlerde tutmadı. Sonradan telafi ederim dedi.
Onun dışında Londra’nın diğer Avrupa
şehirlerinden çok fazla farkı yok. Tipik, tarihine sahip çıkmış hatta bunu çok
çok güzel pazarlayan bir şehir. Ama açıkçası çevre bilinci orta Avrupa ülkeleri
gibi yüksek değildi. Daha pisti. Bana biraz İstanbul’u hatırlattı. Kendine has
düzensizliğinin bir düzeni var gibiydi. Bunda Avrupa ülkelerine göre kalabalık
nüfusunun etkisi büyüktür sanırım. Thames nehri beni hayrete düşürdü. O kadar
pis ve bulanık. Bir zamanlar ki bizim Haliç gibi. Hiç yakıştıramadım. Hatta
yaptığımız tekne turundan da pislik nedeni ile de hiç etkilenmedim.
Hoşuma giden ve değişik gelen bir özellik,
insanlar meydanlarda, parklarda, bahçelerde bulunan en meşhur tarihi eserlere
tırmanıp üzerlerinde oturuyorlardı. Benim gibi çimlere basılmaz kültürüyle
büyüyen biri için ilginç bir deneyimdi ve bunu ben başka bir ülkede de
görmemiştim.
Londra’yı işe gidiyormuşçasına gezdim. Athya,
şaşırıyordu. Onlar sabahtan okullarına gidiyorlardı. Ben de onlarla kalkıp
sabah 7’lerde yola düşüyordum. Ama dönüşte mesaiye kalır gibi 10-10,30 gibi
geliyordum. Saatlerce yürüdüm. Hatta tırnağım düştü. Doha’da yürümeye alışkın
değiliz. Ayak ağrısı, sırt çantamın ağırlığı ile birleşince ilk günler
ağlayacak gibi oldum. Ama vazgeçmedim. Doha’daki parmak arası terlik
versiyonundan dağ ayakkabısına geçmek çok acıklıydı. Ama her şeye rağmen
direndim, pes etmedim. Kendimi ara ara ödüllendirdim. Sık sık kahve molaları
verdim. Hatta bir keresinde China Town’ı
gezerken gördüğüm ilan üzerine dalıp ayak masajı yaptırdım ki bu benim için
resmen dönüm noktası oldu. Bundan sonra ağrılarım azaldı. Sürdükleri yağlar
bırakın ağrıdan eser bırakmayı resmen bana uçuyormusum duygusu verdi. Meğerse
kız 2 yıl Çinde bir hastanede özel eğitim almış birisiymiş. Ayağınızın belirli
noktalarına parmağı ile bastırarak verdiğiniz tepkiye göre hastalıklarınızı söylüyor.
Doğru dürüst İngilizce bilmeyen Çinli bir kız. Muhteşem bir deneyimdi.
Kahve molarıma da bayılıyordum. Bu gezimde benim
için en büyük değişiklik telefonumun internet bağlantısının verdiği tüm
uygulamaları büyük bir zevkle kullanmaya başlamak oldu. Dolayısı ile FB mail,what’s
up, skype ile gezimi online izlenebilir
hale getirdim. Yazdım, resim çekip ekledim, gönderdim. Bu kahve molaları işte
bu işler için beni epey oyaladı. Vaktin nasıl geçtiğini anlamadım, hatta dış
dünya ile ilişkimi kestim. Daha sonra 2. Hafta Athya ile yaptığımız kuzeye
yolculukta hobimi ona da aşıladım. İkimizde yeni yetmeler gibiydik. Ellerimizde
telefonlar. Yeni bir şey mi gördük, hemen resim çek yaz gönder, sonra yorumları
bekle. Biz buna ‘’Teenager time’’ dedik. Bu konuda onunla çok iyi anlaştık.
Aklı başında biri bu durumdan sıkılabilirdi ki ikimizin de gezi sırasında çok
şükür aklımız başımızda değildi. İnanılmaz hoşlandık. Eğlendik. Tavsiye ederim.
Bu arada gençleri çok anladık.
Londra dediğim gibi çok güzel pazarlanan bir
şehir. İnanılmaz turist var. Bu durum Olimpiyatlar yaklaştıkça daha da arttı.
Subjektif olarak Avrupalılar daha çokmuş
gibi geldi. Sonra Amerika. Sonra İngiltere
dil eğitimi okulları ile çok meşhur. Dolayısı ile öğrenci turist çoktu. Ama
aynı hafta içersinde hem Cambridge hem de Oxford’a yapmış olduğum gezilerde
gördüğüm öğrenci çokluğuna inanamayacaktım. Dolayısı ile ülke kışın normal
eğitimi, yazın da dil eğitimi pazarlamasını çok iyi yaptığı için öğrencilerle
dolup taşıyor. Resmen bir sektör. İngilizcenin gücü.
Bizde yaptığımız incelemelerde gördük İngiliz
okulları ve dil eğitimi açısından Avrupa’ya göre çok pahalı ve süresi uzun.
Üniversiteler için örneğin Mimarlık’ta yıllık 30,000 £ ‘lardan
söz ediliyor hem de 7 yıl. Buna karşın Avrupa
ülkeleri parasız ve 3 yılda mezun olabiliyorsunuz. Ama İngiliz okullarının
çoğu ekol yaratmış okullar. Son derece
prestijliler.
Bu hafta gezdiğim
Londra’nın meşhur iki bölgesi China Town ve Soho bende tamamı ile hayal
kırıklığı yarattı doğrusu. İkiside alabildiğine turistik ve yüzeysel. Hadi
China Town ne ise de Soho’da sanat adına bir tane bile yer kalmaması ilginçti.
Çoğunluk sex shop olmuş, geride birkaç vintage dükkan vs. Nerede o meşhur sanat
galerileri. Denilen o ki başka bir yerlere taşınmışlar. Kimsenin de bildiği
yok.
Yalnız burada gördüğüm bir harita dükkanı hakikatten ilginçti. Hiç bu kadar çeşit haritayı bir arada görmemiştim. Yer, tavan dahil her yer dünya haritası şeklinde 3 katlı bir bina içerisinde her katta 2 anakara olmak üzere dağılmış yüzlerce çeşit, boy harita. Burası sanırım bir yayınevine ait bir yerdi. Ve çok tarihi bir binaydı. İçinden çıkasım gelmedi. Hatta sanırım biraz fazla resim çekince bana bir gazete veya dergiden gelip gelmediğimi sordular. O yerlerdeki marley türevi döşemeye dünya haritasını nasıl işlemişler diye düşündüm. Çok özel bir görünümdü.
Gittiğimin ikinci günü
doğum günümdü. Athya’ya doğum günüm olduğunu söylememiştim. Ama sabah yüzümü
yıkamadan onların pasta sürprizi ve şarkısı ile karşılaştım. Kızlar yanaklarıma
iki taraftan kondurdukları öpücüklerle bana pastayı üflettiler. Böylece sabah
saatin 7 olması nedeni ile hayatımın en erken doğum günü kutlamasını yaşamış
oldum. Yola bu kez Athya ile çıktık. Onlar okul ile müze gezeceklerdi. Bana ‘’sen
de bize takıl istersen hem de bu arada benim okulu da görürsün’’ dedi.
Çalıştığı okul ilginç. King Fahad Akademi. Kız okulu ve Suudilerin. Yani benim
okulun Londra versiyonu gibi. Sevinerek kabul ettim. Ben, gayet lüks bir okul
beklerken inanamadım sıradan bir okulla karşılaşmama. Nerede o Suudilerin
şatafatı. Ayrıca bu okulda erkek öğretmenler çalışıyor olması da ilginç. Çok az
öğrencisi var ve benim Katar’daki okulumda olduğu gibi öğrencilerde yoğun
davranış bozukluğu, disiplinsizlik problemleri var. Ama bu kızlar ne de olsa
Avrupa suyu içmiş olduklarından durumları bizdeki kadar vahim değil. Bir de
bunlar ne de olsa Londra’da görevli memur çocukları. Bizimkiler çoğunluk patron
çocukları. Arada gelir seviyelerinde önemli farklar vardır. Athya beni okulda
Laboratuvarlardan sorumlu kişi ile tanıştırdı. Bu kişi Alman ile evli bir
Hintli idi. Hiç Alman ile evli Hintli duymamıştım . Acayip bilge duruyordu. Benim
aynı işi Katar’da yaptığımı ve Athya ile oradan tanıştığımızı ta Londra’ya
gezmeye geldiğimi duyunca çok şaşırdı.
O hafta Londra’da
okulların son iki haftasıydı. Bu dönemde okullar geleneksel bir şekilde çocukları müzelere ziyarete
götürürmüş. Şikayetler üzerine bu müzeler ücretsiz olmuş son birkaç yıldır. Büyük
kolaylık. İşte eğitimde fırsat eşitliği dedim. Biz Athy’ların okulu ile kısaca V&A
müzesi olarak bilinen Viktoria
&Albert müzesine gittik. Adı Kraliçe
Viktoria ve Prens Albert’tan geliyor. Sanat ve tasarım müzesi olarak
geçiyor. Hakikatten içerisinde sanat
ürünlerinin yanı sıra çok güzel çizim odaları da vardı. Eğitim de veriyorlar
sanırım. Kıyafetlerden tasarım ürünlerine kadar
her şey vardı içerisinde. Yerdeki mozaikler tam bir sanat harikasıydı.
İçindeki ürünler ile konusunda en iyiyiz diyorlar. Mutlaka gezilmeli dedim.
Sağolsun Athya’nın sevgili Suudi öğrencileri hiç ilgilenmediler. Oysaki
kızların ilgisini çekecek eskiden günümüze kıyafetlerdeki değişim bölümü bile
olmasına rağmen.
Gezerken müthiş güzel
bahçesini ve içerisindeki minik kafeyi
keşfettim. Kaçırırmıyım hemen kahvemi ve yanında küçük aperatifleri alarak dinlenme
bölümüne geçtim. Bahçe tarihi Londra tuğlası ile kaplı binalarla çevrili avlusuda etraf eflatun pembe tonlarında
yüzlerce ortanca çiçeği ile dolu.
Çocukları eğlendirmek için fıskiyeler
var. O soğukta 4-5 yaşlarında iki kız çocuğunu yarı çıplak vaziyette, tamamen
ıslanmış olarak suyun altında oynarken görmek ilginçti. Nasıl mutlulardı
anlatamam. Yine çocuklar eğlensin diye
dönen sandalyeler yapmışlar.
Sonuçta, hedef gerek kafeleri gerekse bu tür
eğlenceleri ile herkesi müzelere çekmek, müzeleri sıkıcı olmaktan
uzaklaştırmak.
Ben daha sonra Athya
ekibinden ayrıldım. Yola yine aynı bölgede bulunan Science müzesini ziyaret
ederek devam ettim. Burası bugüne değin gördüğüm en büyük ve donanımlı Science
müzesiydi. Çok geniş bir alana yayılı 6 katlı bir bina. Her katının içeriği
farklı. Bilgisayardan başlayıp, veterinerlikte bitiyor. Kimya bölümü
muhteşemdi. Bir de Bilgisayarın ilk mucitlerinden adamın ilginç ve acıklı hayat hikayesi.
Kocaman bir oda büyüklüğünde ilk bilgisayar. Şimdi elimizdeki telefonlar kadar
olduğunu düşününce gelinen nokta hayaller ötesi. Gerçek uçaklar, otomobiller,
trenler. Çocuklar için interaktif science oyunları her şey var. Öğrenciler kendilerinden
geçmişçesine mutlu ve konsantreydiler.
Gezmem saatler sürdü.
Yorgunluktan bayıldıkça kendime küçük kahve molaları verdim. Kafeler
muhteşemdi.
Oradan çıktım
karşısındaki Tarih müzesine. Dinazorlar, uzay her şey var.
3 müzeyi gezerek akşamı
ettim. Arada bol bol kafe seromonilerinde doğum günü kutlamalarımı aldım.
Cevapladım. Aldığım enerji ile ‘’ya bismillah’’ deyip gezmeye devam ettim.
Dediğim gibi benim için çok sıra dışı ve spontane bir doğum günüydü. Çok
hoşlandım ve kendime her yıl başka bir yerde olmak üzere böyle böyle bir hediye vermeye karar verdim.
Londra müze cenneti.
Gerçekten her konuda müze var. İtfaiye müzesine kadar. Benim için bu Londra’nın
diğer şehirlere göre en ilginç boyutlarından biriydi. İnsan kendini kaybediyor.
Sergi ürünleri çok sıra dışı olmasına rağmen yine de büyükleri, küçükleri
düşünerek her türlü interaktif uygulamalar , kafeler ve eğlence merkezleri,
satış dükkanları ile ortamı daha da ilginç hale getirmeyi başarmışlar.
Bunun dışında bana çok
meşhur pazarı var dediler gittim. Şehrin taaa öbür ucu. Herkes aynı bilgiyi
almış herhalde ki nasıl kalabalık. Benim için tam bir hayal kırıklığı. Her şey
aynı. Turistik birbirinin aynı yüzlerce ürün. Bizim pazarlardaki ürünler orada
satılanların yanında Chanel.
Genelde tüm hediyelik
eşyalar Çinli malı ve pahalıydı. Mümkün olduğunca almamaya çalıştım.
Bu hafta içerisinde bir
gün Cambridge bir gün de Oxford’a gittim. Ama onlar ayrı bir yazı konusu.
Kısaca geçmek istemem.
Geriye kalan 4 günü
kısaca anlatmaya calıştım.
Yazının başında da bahsettiğim
üzere, kafama göre takılmam, sıra dışı bir doğum günü yaşamam nedeni ile bu
benim 3 haftalık seyahatimin en güzel haftası oldu.
Gelecek yazımın konusu
Oxford ve Cambridge City ve Universiteleri olacak. Takibe devam.